26 Ekim 2011 Çarşamba

yeni bir soluk: KirkinciKapi.com


http://www.kirkincikapi.com/

Kırkıncı Kapı, kurucu kadrosu bu blog'ta hareketlenen ve birbirinden değerli 11 yazarı bir araya getiren bir sanat sitesidir.

KırkıncıKapı.com’un derdi ne?
Kırkıncı Kapı bir kültür-sanat sitesi olma amacı ile yola çıkmış bulunuyor. Bu yolda, edebiyatın ve sanatın her alanına dokunup, ustalıkla yolumuza devam etme gayreti içerisinde olacağız
Sanat adına bir şeyler ortaya koymaya çalışan kişiler olarak bizler, talime önce edep ile başlayıp piştikten sonra edebiyatın kaidelerini öğrenme çabasına düştük. Edebi eserler ortaya koymak için bildiğimiz en incelikli yol bu idi. Edep’ten edebiyata başlayan yolculuğumuza “Kırkıncı Kapı” adı altında devam etmeyi ve gün geçtikçe çoğalmayı arzu ediyoruz.
Yolumuz Kırkıncı Kapı’ya değin.
Inventas vitam iuvat excoluisse per artes. Ab imo pectore.*
(*)Bırakın sanat ve bilimle hayatı güzelleştirelim. Kalbin derinliklerinden, dürüstlükle.

Yazar Kadrosu: 
Melih Tuğtağ
Bilal Habeş Evran
Meral Yarıcı
Suzan Nur Başarslan
Aysun Ellidokuzoğlu
Murat Özel
Ali Berkay Bircan
Nagihan Şahin
Yücel Öztürk
Suat Demren
Uğur Güçarslan 

23 Eylül 2011 Cuma

Dönme Dolapların ve Atlı Karıncaların Öğrencileri

                                                  Renkli bir dönme dolap ve gökyüzü

  Dönme dolaplar; renkler; en kaçak, en masum ve en yasaklı yıllar; salıncaklar...Tahterevallilerde öğrendik biz arşimet kanunlarını ilk olarak. Atlı karıncalar baş öğretmenimiz oldu, başlı başına hayatı öğrettiler bize. Başımızın döndüğü yerde atlı karınca düzeneği pat diye durdu. Bazen başımız zamansız döndü; bu kez düzenek durmadı ve şiddetli bir bulantıyı ve en sevdiğimiz tarafından hayal kırıklığına uğramanın acısını yaşadık ilk kez. Dondurmalarla anladık hayata bazen mola vermenin gerekliliğini. Yine dondurmalar öğretti bize; bazı ambalajlar ne kadar büyük ve cafcaflı görünseler de içindekinin de bir o kadar boş olduğunu. Bazen de küçük ambalajların içinden kocaman bir çikolata cenneti çıktı karşımıza.
   Salıncakla kavradık yerçekimi kanununu ve çekim kuvvetini, tam anlamasak da. Ne kadar yükseğe çıkarsak çıkalım, salıncakla birlikte tekrar yere dönüşümüzü gördük; salıncağa ilk bindiğimiz zamanki yerimize geri döndük her sallanışımızda.
   Çocuktuk gülümsemenin ne kadar güçlü olduğunu öğrendiğimizde. Biz gülümsediğimiz zaman, koca dünya bir an için durup başını bize çevirdi hep. Biz de onu oyuna getirmeyi öğrendik bunu anladığımız zaman. Biz ne zaman gülümsersek, dünya bütün işini gücünü bırakıp her seferinde bize dönerdi.

25 Ağustos 2011 Perşembe

KELİMELER ÇIPLAK




Çıplak.

Çıplaklık utandırır.

Teniniz, yaralarınız, izleriniz, belki var olan doğum lekeleriniz, göstermek istemedikleriniz çıkar ortaya.

Ya sonra?

Organ dizilişleriniz farklı olabilir lakin bu çıplaklğınız ile belli etmez kendini. Çift yerine tek böbreğiniz, sol yerine sağa yakın, içi boş, içi dolu, içi taş kalbiniz olabilir. Bunu siz dile getirmediğiniz sürece kimse bilemez.

Bu sebeple dile getirip; yazdıklarımız okuyanlar karşısında çırılçıplak bırakır bizi. Çünkü tam da anlatmak istediğinizi yazarsınız. Konuşurken olduğu gibi gevelemez, kafa karıştırmaz, sağ gösterip sol vurmazsınız kolay kolay. Ne ise odur.

Açık, yalın, çıplak.

Kat kat giyilen kıyafetlerden daha çıplak bırakır kelimeler. Gözün içine bakıp kavramaya çalışılanlardan daha anlamlıdır yazılan cümleler.

Şimdi kelimeleri giyme zamanı.

5 Ağustos 2011 Cuma

merhaba kabak çekirdekleri ve kendini kabak çekirdeği hissedenler. bu sizin hikayeniz

hayatınızdaki buruşma ve uyuşma hislerinden kurtulmaya hazır mısınız? sadece çekirdek olarak anılmak sizin de hakkınız değil mi? kabak yan sanayisi olmak artık eskide mi kaldı diyorsunuz?

bütün sorulara evet yanıtını verdiyseniz şayet sizi bu tarafa alalım. neniz var kuzum? nasıl böyle sorunlarınızı benim çözebileceğimi düşünürsünüz? bunlar, tamamen sizin aidiyetlerinizle, fıtratınızla, fiziki şartlarınızla ve kabul etmeseniz dahi tercihlerinizle alakalı sorunlar. bunlarla ilgili yetkili ve etkin mercii ben değilim. şimdi alt kata inip Ergin beye danışın.
Yüzünün niyeti bir aşk çiçeği
Bir kalkışma yüreğindeki çiçek
  -Ergin Günçe
evet ben de sizi bekliyordum kabak çekirdekleri. zaten şu üst katta ki beceriksizin çözemedikleri yüzünden her kabak benim başımda patlıyor. ah pardon. lütfen siz üzerinize alınmayın. ne diyorduk özlük özelliklerinizden şikayetiniz vardı galiba değil mi? bir bakalım neler yapabileceğimize. fıtratsal konulara dünyevi şartlarda çaremiz yok. bir kere onu unutun. sonra başıma gelip vay efendim ben niye değişmedim, vay efendim sen ne beceriksiz bir adamsın falan demeyin. e mi benim güzel kabak çekirdeği kardeşlerim? hayatınızdaki buruşukluk ve uyuşukluk hislerine bir çözüm bulabilirim, hatta yetmez bir taşla da iki kuş vururum, kabak çekirdeği yan sanayi hissinizden yani toplum dayatmalarından da kurtarabilirim sizi. ohhh mis. şimdi gelelim atacağımız taşa: gidip bir ayçiçek çekirdeği bulmakla işe başlayın, ona içinizi açın, çekirdeğinizin özünü, tuzsuz yerlerini, yani yüreğinizi açın ona -bir kabak çekirdeğinin kalbi orasıdır heralde di mi?- neyse konumuza dönelim. ne diyorduk? heh ayçiçek çekirdeği. ayçiçek çekirdeğiyle ortak noktanız çekirdek sahibi olmaktır, aşk gibi bir duygu sizi metal yüklerden, iç hesaplaşmalardan, fesat gözlerden ve tutuk kabuklardan kurtarıp, size çekirdekliğinizi geri verebilir. bu da sizi özgürleştirecektir. ha bir de bu hissi yoğunluk ve önüne set koymadan salt içini gösterme hali; hayatınızı da güzelleştirip buruşukluk ve uyuşukluk hislerini de sonlandıracaktır. bu kârı da koyduk cebe, etti mi size iki kuş?
haydi hayırlı çitlemeler.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Putör İbrahim’in Alamadığı Subliminal Mesajların Hikayesidir


Sfenks!” diye ünledi bir anda “seni adi kum yığını karı, ne de güzel otuyorsun öyle” kafasını öne eğerek devam etti lafına “ah keşke Mısırlılar da değerini bilseydi senin, civarında çikolata, ciklet çöpleri hiç yakışıyor mu sana?”. benim odaya girdiğimi fark etmediğini anlayınca, içimdeki piç veleti durduramadım. arkasından sinsi bir mağaza tezgahtarı gibi yaklaşıp “kırılsın putlar, oynasın Sfenks!” diye haykırdım kulağına. vay arkadaş nasıl bir insan hiç görmediği bir yapıya aşık olabilir ki. gerçi hakkını da yemeyeyim, ansiklopediler ve hazreti google ile koordineli çalışması sayesinde, her köşesini biliyor olabilirdi Sfenks Heykelinin. her ansiklopedinin ilgili harf ve sayfasında dolaşmış, google images’de kötü çözünürlüklü dahi olsa her resmine bakmış, google earth’deki yuvarlak dünya üzerinde (dünya’nın yuvarlak olduğunu oradan öğrendi muhterem) iki mouse darbesine, eliyle koymuş gibi bulabiliyordu Sfenks’ini, tek taş pırlantasını. cidden aşıktı ona. yanına bir varsa ah bir varsa taşını toprağını öpecekti.

muhterem dostum, ev arkadaşım, çatalkaram, çingenem simgeselleştirmeleri ve putsallaştırmaları iyi bilirdi, becerikliydi bu konuda. sadık bir putördü hatta. bu işe sanatçıların “fun clup” üyesi olarak başlamıştı, sonraları değişik futbol takımlarına fanatik taraftarlık yaptı. zaman ilerleyip üniversiteyi kazanınca daha ‘entel’ putlar yarattı kendine. mesela bir dönem ideolojilere taktı kafayı Che Guevera t-shirt’ü, şapkası, şortu, pantolonu, çantası, posteri ve bilimum ıvır zıvırıyla doluydu envanteri. Che’nin kemikleri sızlıyordur şimdi.

rüzgar nereye esse oraya dönen yapısı gereği bir dönem islama da yöneldi. hatta bir ara birlikte Cuma namazına bile gittik. çıkışta içimdeki piç velet yine dürttü beni ve haddim olmayarak bir sınava tabi tuttum dostumu. “ya hu” dedim “İslamın rengi ne renk?” garibim gururla yanıtladı, cevabından emin ya: “yeşiiil”. Allah affetsin o an tutamadım kendimi yapıştırdım ensesine şaplağı “nah yeşil!” dedim “islamın rengimi olur ulan!”. baktım ki bozuluyor işi şakaya vurdum “kırılsın putlar, görünsün altın varaklar.

benim muhterem dostumun geleceğini görmüş olacak ki, pamuk validesi adını İbrahim koymuş. belki Asaf Halet Çelebi’yi rüyasında görmüştür. kim bilir, belki de annesi Asaf Halet’e “sen söylersen dinler bu çocuk. bir şiir yaz ve benim İbrahim’im de dinlesin” demiştir. “vur patlasın, put kırılsın” demiştir içinden de.

kapitalist simgelere, marka değerlerine ve uhrevi putlara seslenmiş Asaf Halet, amma velakin kapı duvar. bari annenin subliminal mesajını dinleseydin be İbrahim. sonun böyle mi olacaktı.
Hay bin Sfenks!

İBRAHİM

ibrâhîm
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim

güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrâhîm
güneşi evime sokan kim

asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı
ibrâhîm
gönlümü put sanıp da kıran kim

 Asaf Halet ÇELEBİ

10 Haziran 2011 Cuma

Kim Ki (Bu) Duk ?

gafsa-natacha atlas

Kim Ki Duk Güney Koreli bir yönetmen olup, Dünya Festivalleri’nin filmlerini dört gözle beklediği, hayata farklı açılardan bakmayı başarabilmiş ender gözlerdendir. İşin ilginç yani hiç sinema eğitimi almamış ve başka bir yönetmenin yanında çırak olarak çalışmamıştır. Yoksa gerçekten; eğitim adı altında dayatılanlar üretkenliğimizi baltalamakta mı, Kim Ki Duk’tan sonra tekrar üzerinde düşünülmesi gereken bir soru olarak karşımıza çıkmakta.

Eğer hâlâ Kim Ki Duk ile tanışmadıysanız, sizi onun filmleri ile tanıştırma şerefine ermek isterim.

Durun bir dakika, filmi başa saralım. Benim onun filmleri ve belki de ilk izlenmesi gereken ile tanışmama gelelim. İlk olarak başka bir filmini izlemiş olsaydım, diğer filmlerine önyargı ile yaklaşabilirdim ama doğru filmi; doğru zamanda karşıma çıktığı için şanslıyım.

Bir yurt odasında; yatağın üstüne sığabilecek maksimum sayıda kızın sıralanıp, masa üstüne yerleştirilen diz üstü bilgisayarında yarı konsantre bir şekilde film izlemesini hayal edin. İşte bu yarım yamalak koşullarda bile izlemek çarpabiliyorsa insanı; sessiz, karanlık, kocaman bir sinema perdesinde izlemek nasıl etkileyecekti kim bilir…

Bazı filmler vardır hani yeniden izledikçe sıkmayan, farklı farklı anları yakalamanıza sebep olan, işte Boş Ev ( Bin-jip ya da 3-iron) onlardan biri. Çok az diyalogla çok şey anlatmayı başarabilmiş yönetmen filmde. Öyle ki,şu benzetmeyi yapsam abartmış olmam; meşhur bir müzisyenin doğru zamanlarda, doğru notalara dokunup ruhunuzu okşayan besteyi çalması gibi; yönetmen de sessizliğin bolca hakim olduğu sahnelerde duygularınıza, en doğru yerinden dokunabilmiş.

Kim Ki Duk filmlerinin özelliği popüler kültür filmleri gibi hızla tüketilecek yapıda üretilmiş olmamasıdır. Filmlerini izledikten sonra ; düşünmek, arkadaşların aynı sahneden ne anladıklarını , ne anlatılmak istenmiş olabileceğini tartışmak gerekebilir. Zira her izlediğinizde farklı şeyler anlamış olmanız, sizden kaynaklanmaz. Bu yönetmenin izleyiciyi vurma taktiğidir.

Filmin konusuna değinip , konunun ne olduğunun bilinerek filmin izlenmesinden yana değilim. Filmi izleyip, kendi konunuzu belirlemenizden yanayım. Ana taslak tabi ki; aynı olacaktır fakat, onu farklı kılacak size hissettirdikleridir. Bir apartmandaki dairelerin planları aynı olmasına rağmen, onları farklı kılan içlerine yerleştirdiğimiz detaylar, ardından da hissettirdikleri değil midir zaten. Filmin detayları her birimizin kafasında ayrı ayrı şekillendiğinde; Kim Ki Duk işini tam not yapabilmiş olacaktır.

Filmin çok meşhur müziği de gözden kaçmamalı. Kim bilir belki de; sadece müzik ilginizi çeker ve izlemek istersiniz.

Sevdiğim şeyleri hemen tüketebilme özelliğine sahip değilim. Kim Ki Duk filmleri de bunlardan. İzlediğim kadar izlemediğim filmi var. Doğru zamanda, doğru mekanda karşılaşmak istiyorum onlarla. Bir gün gelecek Kim Ki Duk filmlerinden oluşan bir koleksiyon ile kapımı çalacak biri. Kim bilir belki o gün, tüm filmleri izlemek için uygun gün olacak.

Ayrıca filmin afişinde de yazdığı gibi; ‘Hepimiz, kilitlerimizi açacak kişiyi bekleyen birer boş ev’ değil miyiz zaten...

9 Haziran 2011 Perşembe

I Saw the Devil, Akmareul boatda /Jee-Woon Kim (2010)



Chan Wook Park'ın Cut'ı ve David Fincher'in Seven'i birleşmiş ve bol kan sosuna bulanmış bir hard film karşımıza çıkmış.
Bu filmi izlerken aklıma, intikam isteyen iki kişilik mezar hazırlasın sözü geldi. Kimi sahneler izlenemeyecek kadar ağırdı. Oldboy tipinde bir film bekliyordum ama bu film tamamen canavarlaşmış ruhlar üzerine. Her insanın canavarlaşabileceğini, intikam-adalet çizgisinin ne kadar silik bir düzlemde olduğunu gösteren bir film.
Havada uçuşan bedenler, her sahnede fışkıran kanlar, insanlığa dair tek karenin olmadığı bu filmde, özellikle filmin yarısından sonra hızlanan temposuna ve sizi merakta bırakmasına rağmen, durup düşündüğünüzde size hiçbir şey kazandırmıyor. Son sahne bile istenilen etkiyi yaratmıyor.
Acıyı, korkuyu, insanlığı bilmeyen bir adama onun gibi olarak hangi dersi verebilirsiniz?! Cezayı ailesine kesmek size yapılanın aynısını onlara yapmak demek değil mi? İnsan hangi noktadan sonra intikamı yeterli bulur? Yaptıkları vicdanını rahatlatabilir mi? Doğru nedir?
Kötülüğün illa da bir felsefeye sahip olması beklenmez ama kötülüğü anlattığınızda bunu bir temele dayandırmalıdır insan. Kötülüğün doğasını anlatıyorsanız, keyif almak, intikam... bu kadar bedenin ve kanın ardında bir de söyleyecek sözünüz olmalıdır. Bu film, canavar ruhları anlatıyor evet ama en önemli eksiği kötülüğün doğasına yönelik hiçbir tahlilde bulunmamış olması.
Çok gerçekçi kareler filmin başarılı yönleri. Özellikle Min-sik Choi'nin performansı harika. Ancak şunu söylemeliyim, eğer bu tarz filmleri izleyebiliyorsanız başına oturun.
Yine diğer başarılı yönü filmin, kamera çekimleriydi. Başlangıçta, bir an Kayıp Otoban tarzında bir filme giriş yaptığımı düşündüm. Ciddi anlamda birçok sahnede kamera çekimi çok başarılıydı. İçerden dışarı bakan kamera, dönen kamera, geniş açı çekimler, uzaktan yakına çekimler...
Jee-Woon Kim, eğer, filmi daha felsefi ya da tematik bir çerçeveye otursaydı -Oldboy gibi-; Şeytanı Gördüm, çok daha nefis, kült bir film olmaya aday olurdu.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Sarhoş Atlar Zamanı / Zamani barayé masti asbha (Bahman Gobahi, 2000)



Bahman Gobahi'nin belgesel havasında kimi yerlerde minimalist bir üsluba yaklaşan filmi. Annesiz ve babalarının ölümünden sonra da ebeveynsiz kalan beş kardeşin dramını anlatan yapımı. Fazlasıyla gerçekçi, hiçbir profesyonel oyuncu olmadan, sadece hâli anlatarak çözüm ya da neden sunmayan bir yapıt.

Madi'nin hastalığı, sınırda kaçakçılık yaparak para bulma ve kardeşini ameliyat ettirme derdinde Eyüp, olayları aktaran Emine, evlenip giden ablaları ve henüz küçük bir kardeş daha.

Süzsüz, yalın, müziksiz. Kenarda, kıyıda kalmış sınır kasabasındaki insanların yaşamı. İzlerken eğlenmeyeceksiniz, hiçbir yapmacıklık görmeyeceksiniz, olandan fazlasıyla karşılaşmayacaksınız.

Bir yerlerde, bilmediğimiz ve bilmekten kaçındığımız hayatlar, bilmediğimiz zorluklarla aynı şeyleri her gün yaşamaya devam ediyor. Yapılması gerekense, penceremizin yönünü oraya çevirip görmek istemediğimiz gerçeklerle yüzleşmek. Yüzleşileni abartmadan, olduğu ve gösterildiği gibi görerek.

Tümüyle gerçeklere yaslanan bu film, anlatabileceğiniz şiirsel hiçbir cümle sarf edemeyeceğiniz, kameranın çıplak gerçekliğe yüzünü çevirdiği, hayatta tutunmaya çalışan insanların çabalarına odaklanan bir film. İnsan tahliline girişmemiş, doğru-yanlış sorgulamasına girmemiş, gelenek-din-kültür… öğelerine yaslanmamış. Ne evlilik ne ölüm ne köy hayatı… Olan sadece hayatta kalma çabası.

Sarhoş Atlar Zamanı, Gobahi'nin 2000 yapımı, ilk uzun metrajlı filmi ve Cannes'te Altın Kamera ödülü almış bir film, başka birçok ödülün de sahibi. Farklı bir duruş ve sinemanın cafcaflı perdesine karşı bir karşı-duruş.

Not: Filmi izlememi tavsiye eden Beşir Eymen Beyefendiye teşekkürlerimi iletirim.

6 Haziran 2011 Pazartesi

Külahımın Anlattıkları -1-


Sene, mühim olmayan bir güneş yılı.
ıssız bir adadayız üç şeysiz, dört başımıza.
külahlarımızı koyduk önümüze
günahlarımızdan konferanslar yaptık
kalabalığa hitabetimiz iyidir vesselam.
 Başladı anlatmaya koca minyon:

“hırsızlık, madrabazlık, düzenbazlık, hayırsızlık ve kaygısızlık gibi -zlıklı meslekler, çok büyük meziyetler istemez aslında. ki ben bu mesleklerden, hırsızlık olanında doktora tezini vermiş, efsane olma yolunda ilerleyen, bir hırsız olarak söylüyorum ki; azıcık hayal gücünüz varsa çok da şahane bir hırsız olabilirsiniz. -bu arada, bu “hırsız” kelimesinin söylenişi bile, çok iğrenir gibi değil mi? ayıp oluyo ama biz de insanız. daha az iğrenilen bir isim, bizim de hakkımız. neyse, konuya dönelim-

gelelim hayal gücünü mesleğimizde nasıl kullandığımıza. şimdi efenim şöyle bir şey var ki; kapıdan, bacadan veya pencereden fark etmez. ev bu, girecek yerler kısıtlı, orada fantezi denemeye gerek yok, paşa paşa düzgün yollardan girin evlere. bizim hayal gücümüzü, yakalanma ve kaçma anlarında kullanmamız lazım.

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Umut Perileri


Joe Hisaishi-Summer


   Bir vardı, bir yoktu… Zamanın içinde; farklı yerlerde ve farklı zamanlarda yaşayan üç küçük kız vardı. Birinin iki çocuğu, birinin çok sevdiği bir ailesi; anne ve babası vardı. Biri de hem öksüz, hem yetim, hem de kimsesizdi. Ortak noktaları, üçünün de umutları ve  birbirlerinin yaşamlarından haberleri olmayışıydı.

   Üç küçük kız dedim; onlar kaç yaşında olurlarsa olsunlar hala küçük bir kız çocuğunun yüreğine sahip olacaklardı çünkü; tek değişkenleri görünümleri, bilgi ve tecrübe birikimleri olacaktı.

   Ortak noktalarından bahsetmişken: Üçü de umut dolu demiştik; umut dolu insanların çok güzel hayalleri vardır; umutların her biri bir sürü hayal doğurur. İşte bu üç küçük kız çocuğu hayallerini, umutlarını; şiirlere ve yazılara döküp etrafındaki insanlarla paylaşıyordu. Güneşe tek gözlerini kırparak bakıp, gözlerinin önüne gelen renkli ışınları hissediyor ve yazıyorlardı.  Kafeslerin içine hapsolmuş ruhları özgür bırakıyor, sonra da nasıl özgürleştirdiklerini kelimelere, satır aralarına veya dizelere döküyorlardı.

   Umutlu insanların kelimeleri samimi ve doğal olur; makyaj yapmadan da güzel dökülürler kalemlerin ucundan. Hatta hiç makyajsız olmalarına rağmen, okuyucu onları ‘süslü kelimeler’ olarak da tarif edebilir. Çünkü umutlu yazarlar ve şairler; umutlarını ve hayallerini gördükleri güzel çiçeklere, şekilli bulutlara benzetirler ve bunlar da zaten doğanın güzellikleridir; Tanrı’nın yarattığı ‘doğal’ olan, yaratılmışın ilk haliyle kalan ve değiştirilmesi de mümkün olmayan güzelliklerdir.

26 Mayıs 2011 Perşembe

Üç Mecburiyet

3 vücut görleşkesi*

siz bilmeyeceksiniz bu zamanları, ama biz bu zamanlarda 3 kişiyiz şu dünyada. hatta, durumla dalga geçmek için 2000’lerin kötü esprilerine bile teğet geçiyorum arada bir; “biz 3 kişiyiz: ben, keyfim ve kahyası… kahyaaa! git keyfimi getir bana” diye. -retroyu hep sevmişimdir zaten-

bazen Keyfim’in, bu esprilerime kızıp beni öldüreceğinden korkmuyor değilim, hem o çift sayıları da sever, mantıklı bir cinayet sebebi. Ayrıca maşallahı var Keyfim’in zebellah gibi adam. taşı daha sıkmadan, sadece elinde tutsa bile, su korkar dışarı çıkar o derece. demem o ki; beni öldürmeye kalksa direnemem de, keyfimden ölürüm.

Kahya, mayasında ağalık olanlardandır. oturuşu, kalkışı, konuşması, düşünmesi, sevişi, sövüşü hep ağacadır. bunu hiç yüzüne söylemiyoruz orası ayrı. sonra hafazanallah; isim-kişilik çatışmasından doğan endirekt dilemma vuruşunyla kafayı yer falan neme lazım…
dersimiz ışığın parçacıklı yapısı
güneşin altında oturduk üç arkadaş denizi seyrettik
 -Enis Akın**
bir birimize bu kadardüşkün olmamızda, şüphesiz ki tek sebep; çok iyi arkadaş olmamız değildi, belki seçeneklerimiz olsa arkadaş bile olmazdık ama kader utansın, dostlar sağ olmadı, hatta hiç olmadılar. biz kendimizi bildik bileli beraberiz. önceleri çekirdek aile bireylerimiz de vardı, analar, babalar… toplam 9 kişiydik. sonra onlar da öldüler, kaldık 3 başımıza. belki dünya denilen bu tepsinin -siz muhtemelen yuvarlak zannediyorsunuzdur şimdi- başka uçlarında, başkaları da vardır. ama bizim hiç haberimiz olmadı bundan. galiba biraz tembel, çokca korkak, hepce sosyalfobiğiz.

geçen yine 3 kişiyiz, oturup yola bakıyoruz; bir kaç sürüngen, üç beş memeli, beş on böcek ve binlerce güneş ışığı haricinde önümüzden olmadı geçen.

-----------------------------------------
(*)resim: 3 vücut görleşkesi. M.T. prodakşın.
 (**)şiir: Enis Akın’ın “dağdaki emirler” adlı kitabından

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Kafka, Taşrada Düğün Hazırlıkları

Taşra’da Düğün Hazırlıkları[1], Kafka’nın en eski yazılarının bulunduğu bu eser üç manüskri[2] ve fragmanlardan[3] oluşmaktadır. Max Brod tarafından 1907-1908(?) tarihine kadar uzanan bir geçmişleri olduğu belirtilen bu manüskriler, 1923(?) tarihine kadar uzanmaktadır. Bu el yazmaları, Brod tarafından tek bir eserde birleştirilip düzenlenerek edebiyat dünyasına kazandırılmıştır.
Eserin içinde şu bölümler yer almaktadır: Taşrada Düğün Hazırlıkları; Günah, Istırap, Umut ve Doğru Yol Üstüne Özdeyişler; Sekiz Oktav Defteri; Defterlere ve Tek Kağıtlara Yazılmış Fragmanlar; Ek; Yiddiş Dili Üzerine Bir Konuşma; Richard ve Samuel İçin Taslak; Bir Daireye Verilen Dilekçe; Ölmeden Ölme; Notlar.
Bu eserdeki öykülerin bir kısmı yayımlanmış olsa da bir kısmı ilk defa bu eserle ortaya çıkmış, ayrıca fragman ve özdeyişler de öykülerden bağımsız olarak defterlerde yer almıştır.

22 Mayıs 2011 Pazar

sağlam temeller ve safinazlar

Bilmem hatırlar mısınız – hatırlamanıza yardımcı olmak adına görselini aradım lakin başarılı olamadım- Temel Reis bir bölümde Safinaz’a evlenme teklif eder ve o an; denizin ortasında oldukları için yüzük namına parmağına takabileceği şey, geminin güvertesinden söktüğü, parmağını genişliğindeki halkadır(somun). Safinaz çok mutlu olur, yanakları al al olur.
 

Hani şimdi nerede bu çizgi filmleri izleyerek büyüyenler? Maddeye takılmadan yaşayanlar? Sevdiği adam tarafından evlenme teklifi almış hatunlar yüzüğün markasına, elmasın karatına kafa takar olmuş. Hediye aldığınız çikolatanın markasını beğenmeyip burun kıvıran veletler ile dolmuş bahçeler.

Ben bunu yemem kiiiiiiiii
Bende bundan var kiiiii
Nereden, ne kadara aldın bunu?

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Cennetin Çocukları / Mecid Mecidi (Children of Heaven/Bacheha-Ye Aseman)


Bir çift ayakkabı başka bir ayağa gider ve ayakkabısız kalan ayaklar bez bir ayakkabıyla okul yolunu arşınlar. Sırdır kimselere söylenemeyen, sır aslında iki çocuğun küçücük dünyalarındaki kocaman sorumluluklarının gizlenmesidir. Ayakkabıya koşar ayaklar, umutla, hırsla, endişeyle; ayakkabısız kalır ayaklar yara bere içinde kırmızı renkli balıklarının içinde yüzdüğü bir havuzun serinliğinde… Oysa umut hep vardır. Belki istediğimiz an, hemen, birdenbire değil, ama hep vardır…

Cennetin Çocukları İranlı yönetmen Mecid Mecidi’nin 1997 yılı yapımı, Montréal Film Festivali’nde FIPRESCI ödülü dahil 4 ödül kazananan, çeşitli yarışma ve festivallerde toplam 10 ödül kazanmış bir film.
Mutsuz ama umut taşıyan ayakların filmidir Cennetin Çocukları, yaşadığı zorlukları isyan etmeden kabullenen ve onu aşmak için koşan ayakların filmidir. Mecidi’nin yine ‘tam da hayatın kendisini anlatmış’ dediğiniz; dramatize etmeden ve duygu sömürüsü yapmadan hayatın bir ân’ına/yönüne şahitlik eden bakışın yansıtıldığı filmlerinden biri.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Ensemiz Karadır Abiler

Ensemiz karadır abiler. Gözümüz hep yere bakar, başımızla beraber. Ve güneş asla gizlemez kendini, tarladaki bir ırgattan. Gösterir ve verir bütün sıcaklığını, kaçak dövüşmez ırgat ensesiyle.

Sahi ağam, senin ensen hiç güneş gördü mü? o kalın ensen? Sahi ağam o ense nasıl kalınlaştı o kadar? kafanı çevirmen saatler alıyor olabilir. Ağalık zor zanaat olsa gerek. Düşünsene; marabalara emir vermek için, kafayı saatlerce çevirmeyi beklemek, çaba göstermek zor iş. Çok terliyorsundur haşmetli ağam. Dur terini sileyim.

Tamam kahya efendi, dur hemen alma odunu eline, gidiyorum. Sırtım alışıktır aslında oduna, yatak bellediği bile olmuştur haşmetli ağam sayesinde ama bugün pek narin oluverdi, çok desteksiz, yalnız kaldı sırtım. Yumuşak karnım, sırtıma yapıştı galiba, ondandır nariniyetim.
Toprağı geniştir ve haritalar
Soytarılarla doludur
Köylüleri göstermez.
-İbrahim Tenekeci
Zahit bizi tan eyledi*. modern zamanlarda 'güneşi gösterdi' veya 'ışığın içinden bir aksakallı dede “geeel geel” dedi' de diyecekler ama ben söylüyorum ki, siz bilin: Zahit bizi tan eyledi. Bugün dünyanın tüm ensesi kara köylüleri, dünyanın tüm faşo ağalarına karşı kazma kaldırıyor efendiler. Zahit bizi tan eyledi.

17 Mayıs 2011 Salı

Varmak

   Yana yana ulaştığım bir yerdeyim. Yürümem bitti, yol bitti… Hayatıma anlam veren ulaşma arzusu, sonunda ulaştığım bu yerde sona erdi. Varmak istediğim yere erdim.

   Burası öyle bir yer ki, özgürlük filmlerinde gördüklerimizden bile farklı. Uçurumlar var; derin uçurumlar, kanyonlar, yüksek dağ kayalıkları… arada boşluk; kocaman bir boşluk var. Her yer yemyeşil, kayalıklar dışında, gördüğüm boşluk ağaç ve otlarla kaplı. Yeşilin üzerine vuran güneş, onu daha da bakılası kılıyor. Güzele bakmak sevaptır diyorum ve kafamı kaldırıp bakıyorum, her zaman hayran olduğum gök; mükemmel. Hiç böyle görmemiştim onu, sanki kraliyet balosuna bir prenses olarak katılacak gibi; hazırlanmış, süslenmiş, püslenmiş, incileri olan, en beyaz bulutlarını takınmış. Küpeleri, yıldızlar; ama göğün kulakları o kadar büyük ki, milyonlarca yıldız var. En görkemli aksesuarı güneş; ay ışığını ondan alıp, konuveriyor gökyüzünün başına, altından bir taç olarak…

   Gözlerimin gittiği yere kadar devam ediyor karşımdaki umman; uçsuz, bucaksız ve ufuk çizgisinden azade. Fakat Burası dümdüz, dünyada değilim ben! Masmavi, mavmavi, mamavi… Ben hayatımda hiç mavi renk görmemişim, bunu şimdi anlıyorum. Gördüklerim mavi değilmiş.

   Arkamı dönüyorum, durduğum yerde. Arkamda en az on beş şair duruyor; bu dünyadan göç etmiş olanlar, benim sevdiklerim. Bu dünya mı dedim? Neredeyim ben alla’sen?

 

10 Mayıs 2011 Salı

Adab-ı Haşerat 1 Yaşında

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Şehr-i Muğlak

Yürüyorum. yürümekte bir marifet yok ki. ayağı olan yürüyor. Dahası olmayanlar bile yürüyor. Dahası omurgasızlar bile yürüyor. Yürümek bir gitmek biçimi. Yürüyoruz işte.
-ah şu sonlardaki iyelik ekleri. yürüyorumdan, yürüyoruza bir mutluluk uzaklık.
Yürüyorum. Yerde ıslanıp çamurlanmış bir gazetenin arka sayfa güzelini görüyorum, çamur çok yakışmış. Bir şişeye değiyor ayağım. Vuruyorum tekmeyi. Sonra ufak bir taş, sonu aynı. Ama ufak bir taş, yani büyük değil, büyük olsa korkardım, vurmazdım da zaten.
Bakın bu şehri ben kurdum ben büyüttüm ama sevemedim.
            -Turgut Uyar
Büyükçe bir taşa tekme atmakdan bile korkar oldum. Halk otobüsüne orta kapıdan binmekten, caddede kimsenin yürümediği tarafta yürümekten, dönüp ters bakarlar diye yolda insanlara çarpmaktan, laf atarlar diye kardeşimi dışarı salmaktan, laf atarım diye şuh kadınlardan korkar oldum.
Oldurdular aslında, ey şehr-i muğlak! İstanbul, Mekke, Kudüs, Roma, Paris, Atlantis, Babil, İskenderiye veya herhangi bir Dünya şehri, hiç biri senin kadar batmadı dibe. Hiç mi ders almadın onlardan? Gamsız baykuşları, uğursuz trolleri, yaralı sırtlanları, kambur hobitleri, vebalı zarganaları, fahişe domuzları kabul ettin içine.
Dışarıdayım mecburen veya kalmadı hiç bir yerde her hangi bir içeri.
-Ey şehr-i muğlak! Etrafım sarılı ve korkuyorum gazabından.

8 Mayıs 2011 Pazar

GRİ BALON




Sanki kayboldum, kaybolmuşum gibi hissediyorum. Boşluğun tam ortasındayım. Kendimi arıyorum, yoo, bu öylesine söylenmiş klişe bir laf değil, kayboldum, sanki kayboldum. Bakıyorum, her şeye, her şeye. İçeriden gözetliyor biri, dışarıya bakan biri. Ben, ya ben neredeyim?
Hayat akıp gidiyor hayatımdan ve ben sadece izliyorum. Biri itiverse sanki düşüvereceğim boşluğun ortasından boşluğun dibine. İtiverse biri… Sadece bir itiş yetecek. Ne acı… Trajik sosun ketçap kırmızı lekesinin gözlerimde bıraktığı lekeler… Ketçap kırmızısı, sahte domates tadı, acılı sos, yanıyor midem, burkuluyor… bu sosu yememek mümkün olsaydı.

6 Mayıs 2011 Cuma

Özgürlük


Özgürlüğümü çaldı... Kadın... Bir kadına aldandım ben; bir kadın düşürdü beni hapse. Son bir buçuk yılımı yedi, özgürlüğümü aldı elimden; ruhumu parmaklıkların arasına sıkıştırdı, kalbimi bu beyaz floresan ışıklı, karanlık duvarların arasına hapsetti.
Hapse düştükten sonra hayatımın seyri tamamıyla değişti. Evet, tutukluydum, ama mâhkûm değil. Suçlu bulunmadım, fakat adalet her zaman hızlı işlemiyor işte. Mahkemeler ve bu cehennem tam bir buçuk yıl sürdü. 
Şikayetçi olduğum bu karanlık ortam, parmaklıklar falan değildi. Aksine; ben burada özgürlüğü, aydınlığı buldum. Hayatımın en aydınlık bir buçuk yılını geçirdim. 
Ben, ömrü hayatında bir kitap bile okumamış adam, mapusa girince, zaman bir türlü akmayınca, Ömer abimin de desteğiyle kitap okumaya başladım. ‘Kitaplarla oyalanayım bari’ diye düşündüm. Kendimce küçümsüyordum kitapları.
Ben cahil bir adamım, çok cahil. 
Kitaplar hayatıma girince dünyayı keşfettim ben; gezmediğim yer, tanımadığım insan türü kalmadı. Gökyüzünde salındım; martı misali. Martılar fazla yükseklere uçamaz derler ya, ben de uçmadım. Ama ruhumu özgür kıldım; o uçtu en yükseklere kadar. Yeni bir sahne koydum oyunuma; ve o sahne başlasın diye ‘Perde’ dedim.

5 Mayıs 2011 Perşembe

Acizliklerim Üzerine

    Aciziyetim, koltuğun köşesine vurduğum ayak serçe parmağımın acizliğidir, ağrıdan kamanıp da ses çıkaramayan.

    Aciziyetim, herkesin muhakkak haklı sebeplerle acelesi olduğu İstanbul metrosu yürüyen merdivenlerinde, sol tarafdan koşarken, önü bir teyze tarafından kesilen genç adamın acizliğidir, yerinde dövünür, dolar.
    Aciziyetim, nesli tükenmeye yüz tutmuş bir tembel pandanın acizliğidir, tek isteği uyumak iken, hayvanat bahçesinde çocuklar tarafından yanak esnekliği test edilen.
    Aciziyetim, bir finonun acizliğidir, kokana sahibi tarafından, tüyleri hayvan berberlerine artistik idam ettirilen.
    Aciziyetim, kız kulesinin acizliğidir, kusursuz manzara potansiyeli, tüylü gökdelenlerce katledilen.
    Aciziyetim, bir bakkalın acizliğidir, rızkını, ensesiz bakkal çocuğu kasiyerlerin para alıp verdiği, ensesi kalın marketlere kaptırmış.
    Aciziyetim, ikiz kulelerin acizliğidir, başkası tarafından mesaj içerikli kurban edilen, birilerini kahraman, ötekilerini  birbirine düşman  eden, teşebbüssüz ve istemeden.
    Aciziyetim, her türküde boyunu eğilen bir adamın acizliğidir, ensesi hep kara.
    Aciziyetim, günü geçmesine rağmen kütüphaneye teslim edemediğim Zarifoğlu kitabının vebali altında ezilen utancımın acizliğidir, kütüphaneciden değil de, Zarifoğlu’dan gözlerini kaçıran.
    Aciziyetim, elini hala ailesine açıp, onlardan harçlık bekleyen çeyrek asırlık bir adamın acizliğidir, durur kırlent gibi köşede.
    Aciziyetim, herkesin geveze bildiği bildiği bir ketumun acizliğidir, her şeyi söyleyebilen ama sadece “seni seviyorum” diyemeyen.
    Aciziyetim, bekle dese, beklenilmeyecek olan bir adamın acizliğidir, giderken gözü arkada bile kalamayan.
    Aciziyetim, yiğidi gülün ağlattığı, gamın öldürdüğü diyarlarda “senden adam olmaz” denilen bir adamın acizliğidir, gamına dolan göz yaşlarında, boğulmayı bile beceremeyen.
    Aciziyetlerim, benden öte, benden ziyadedir.
 -----------------------------
(*) fotoğraf: İstanbul, 1964

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Gökyüzünde Olaylı Kavuşma

Yürümeyi bir halt zannederdım. Değilmiş. yürüyerek kavuştuğum hiç bir şeyden hayır göremedim ki ben. Neyse ki Kastör çıktı karşıma. Bana uçmayı öğretecek ve seninle kavuşmamız olaylı olacak gök yüzlüm. Bütün haber kanalları, godaman işi ekonomi kanalları ve tüm Düyadaki Düğün TV’ler ile Dest-i İzdivaç programları kavuşmamızı canlı yayınlayacak.
Biz uçacağız ve kavuşmamız olaylı olacak.
      ***
Yürümek bir halt değilmiş değil mi Monna Rosa? Biz seninle uçmayı tattık. İlk başlarda biraz kekremsi bir tadı vardı ama alıştık değil mi? Uçmak güzel şey. yer yüzünde hiç söyleyememiştim sana ama orada ayrı güzelsin, gök yüzünde ayrı. Güneşe yaklaştıkca artıyor güzelliğin.
Yer yüzünde sana kavuşmayı bile hayal edemeyen ellerim, şu an ince belinde. bu mesudiyet bana fazla galiba. Göç eden kuşları görüyor musun Monna? Tam yanımızdan geçiyorlar. Bak bize selam veriyorlar. Sen de göç etmezsin değil mi Monna? Uçmak seni de değiştirmez değil mi?
Yerde kavuşmayanlar gökte kavuşurlar
Ve bir uğurlu anda
Kavuşmak isteyenleri kavuştururlar
  -Sezai Karakoç*
Kastör’e şükran ve özür borçluyum galiba. Uçmamızı sağladığı için şükran, eski kötü sanrılarım için ise özür borçluyum. Ben ki onu şemalsiz sakalları yüzünden hep kötü yaftalamıştım zihnimde. “tanısan seversin” derdin de inanmazdım sana. Ah bu ben. Ama merak etme Monna, yüzüne karşı, hakkındaki eski fikirlerimi ve yeni fikirlerimi söyledim ona.
-“sen fikirlerini söyleyince, Kastör ne dedi?
Silini sin-kaf’a buladı huysuz ihtiyar, iki yüzlü olduğumu söyledi. Çayını 2 kere tazeledim ancak sakinleşti. Allah’tan yumuşak karnını biliyorum. çay bazen her kapıyı açıyor.

30 Nisan 2011 Cumartesi

düzlükte yapılır meydan savaşları


-bir komutanın fikrinden:
bin can var önümde, kıymamızı bekleyen.
bin can var arkamda kıyım için bilenen.
Adettir düzlükte yapılır meydan savaşları. Ovanın bir ucundan diğeri gözükecek ki; önce gözlerimiz savaşsın. gözümüz doysun savaşa.
Binlerce nefer var bu meydanda, can almayı bekleyen ve binlerce kadın var hanelerinde anne ya da yar, naaş yolu bekleyen.
Binlerce nefer, ayaklarını sürmekte yere, hızlanmak için. Geri sayım başladı koşuyoruz vahşi atlar gibi birbirimize. Ne dediğimizin bir önemi yok belki de, bağırıyoruz sadece; korkutmak bahanesiyle, korkumuzu gizlemek için.
Ben de bu dünyaya geldim geleli
Ölmezsem, öldürmezsem
Kim benim farkıma varır?
               -Turgut Uyar
Ve buluşma anı geldi çattı. Binlerce kızgın adam, müsatakbel taşeron Azrailleri ile kucaklaşıyorlar orta yerde. Buluşmaları alevli oluyor. Harlı ateşteki demirler gibi kızarıyor askerler. Kan lekesi çıkmazmış deriden, öyle diyor bilge caniler. Yıkamak nafile. Kızgın adamlar hep kırmızı kalacaklar gönüllerde.
Binlerce kırmızı adam var bu meydanda ölü ya da diri.
Ve ben! yani, bunca kırmızılığın içinde en koyu renklisine sahip, en fazla ateşi söndüren muzaffer komutan, kavuşma bitip ayrılma başlarken gururluyum haklı faaliyetlerimden.
-Ama keşke dünya bu kadar kırmızı olmasa.

29 Nisan 2011 Cuma

Hoş geliş..

   Yürüyordu gecenin ıssız ve ürkütücü karanlığında. Bir tek sokak lambalarının turuncu, loş ışıkları vuruyordu sokakların kaldırımlarına. Bu birazcık olsun içine umut serpiyordu korkularının.
   Onun korktuğu şey karanlık, ıssızlık ya da yalnızlık değildi; mutsuzluktu.
   Sakin sakin yürürken, bundan yaklaşık bir yıl önce kurduğu hayaller ve gördüğü düşler geldi aklına. Nasıl bir anda bu kadar değişebilmişti hayatı? Nasıl bu kadar kararmıştı düşleri? Artık güzel hayaller kuramıyordu; Yalnızca korku filmi tadında düşler görüyodu geceleri ve psikolojik gerilim tadında senaryolar geçiyordu kafasından.
   Göğe baktı, kafasını yukarıya kaldırıp, ‘Belki yıldızları görebilirsem, hayal kurabilirim’ diye.. Yıldızlar parlıyordu, çoktular. Bu şehirde ilk kez! Umut doğdu karanlık kalbine. Kalbi çarpmaya başladı yeniden, hızlı hızlı. Denemeye çalıştı; başı döndü. Sokak lambasının direğine tutundu sıkıca, küçük elleriyle. Annesi ona ‘Küçük ellim’ derdi; iyi oldukları zamanlarda.. Omzuna çapraz astığı kahverengi deri çantasından bir sigara çıkardı. Eli titriyordu, bacakları da.. Yakamadı sigarasını. ‘Soluklanmalıyım’ dedi, sessiz sokakta kendi kendine. Kaldırımın kenarına oturup yaktı sigarasını. Yıldızlara bakarak derin derin çekti içine dumanı. Aklından hiçbir şey geçirmemeye çalıştı. Yalnızca yıldızların nasıl bu denli güzel ve yakın göründüklerini merak edip, sorgulamaya başladı yıldızları. Bu şehirde yıldızlar hiç görünmezdi çünkü...

28 Nisan 2011 Perşembe

kaçmak


   dallar… ah keşke bu kadar kaplamasaydınız yerleri ve bu kadar çok tuzak kurmasaydınız ormanda bana.
   işin kötüsü koşarken yerdeki hiç bir dalı da es geçmiyorum, hepsine takılıp düşüyorum tek tek, hatırları kalmasın, arkamdan ağlamasınlar diye.
   bir yağmur eksikti. o da başladı tam oldu. yağmur damlaları önce bana çarpıyor ıslanıyorum. sonra toprağa düşüyor çamur oluyor. sonra da ben yere düşüp çamura çarpıyorum, layığımı buluyorum.
   bir avuç çamurdan fazlasını hak etmez hiç bir kaçak.
Seni kral sansınlar ve sen de hisset bunu
Hisset ki iliklenmesin göğsüne
Köşeye kıstırılmış bir kaçağın korkusu.
  -İbrahim Tenekeci
   kaçıyorum işte ne önemi var kim olduğumun? kim olacağımın? nereden gelip? nereye kaçtığımın? ve en önemlisi neyden kaçtığımın? ne önemi var? sonuç değil mi önemli olan? korktuğum için kaçıyorum ve kaçtığım için daha çok korkuyorum.
   korkudan kırbaç yapmış dövüyor sırtımı, işkenceci köle tüccarım. acımasız bir piç. yağlı kolları yorulmak bilmeyen, gamsız bir şerefsiz. vuruyor da vuruyor. yeteri kadar acım yokmuş gibi. sanki yeteri kadar sırtıma yük binmemiş gibi, bir de kırbaçla terbiye ediyor, kambura yatan sırtımı.
   kaçmak bir yontma biçimi. yontuldukça ısınır ve azalır insan. bitene kadar da yontulur söz dinlemeyen her taş ve nush ile uslanmaz hiç bir taş. ille de hakkıdır kötek.
   vur köteği, indir gürzü, patlat şamarı sırtıma sen yağlı piç, vücudu çamurlu, içi çamur piç. vur sırtıma. hakkımdır kötek.

26 Nisan 2011 Salı

5 çocuk, yüzü boyalı


           görkemli bir katliamın ortasında, bir kaç ölü askerin veya askerlerden geri kalan kolun bacağın altında kalmış, ufak bir çocuk bedeni. kolları kaldıramıyor bu yükü, kalkmıyor yüzü yerden.insanlıkta onunla beraber gömdü yüzünü yere. kaldıranı öldürüyorlar.
          yüz üstü yatan beyaz bir çocuk, yüzü çamurdan siyah olmuş beyaz bir çocuk, şınav pozisyonunda kalkmaya çalışıyor, ölü bedenlerin altından.
          birinci deneme, hafif bir hareketlenme. ikincisi ufak bir hareketlenme. üçüncü ufacık bir kıpırtı. dördüncü hiç olmadı, beşinci fikrinde bile doğmadı. azalarak bitti yüzü siyah çamurlu beyaz çocuğun, fosforlu takati.
Çekip mavzerler çıkardılar oyluk etlerinden
Durdular ite çakala karşı yarin kapısında
   -Cahit Zarifoğlu
         4 çocuk göründü düşünce mahsulü, kurşun geçirmez. işlemiyor salyalı çakaların kurşunları. barut kokusu bile almıyor burunları.
         4 çocuk göründü uzakta, belki de yakında. 4 siyah çocuk, yüzü beyaz boyalı 4 siyah çocuk kaldırdı kanlı bedenleri, kırmızıya hiç bulaşmadan. güç oldular, kuvvet oldular, metanet, takat oldular, takati bitmiş sıfatı namühime.
        5 çocuk oldular, 5 renkten bağımsız çocuk. hem-rah oldular, hem-dem oldular, hem-renk oldular. 5 çocuk yar oldular birbirlerine.
       -barutsuz mavzer oldular, renkperverlere.

2 Nisan 2011 Cumartesi

Gabbeh / Mohsen Makhmalbaf (1996)


Sevda alıp başını gitmek ister ve tamamlanmak. Geride bıraktıklarına dönüp bakmak istemez, gördüğü sadece görebildiğidir, peşinde olduğu/peşinden gelen… ve öyküler gizlidir insanın yüreğinde, gözlerinde, kelimelerinde, yüreğinden sızan her şeyde: resimde, şiirde, öyküde, nakışta, kilimde… Eğer gözleriniz anlamı yakalamakta mahirse, gördüğünüz sadece şey/nesne değildir. Aşar onu muhayyileniz ve o şey’de gizlenen yüreği renk renk görürsünüz/izlersiniz. Doğu’da aşklar hep bilinmezliğe gebedir, çoğunlukla da ayrılıkla hem-demdir. Doğu’da aşk, bu yüzden, söylencelerle vücut bulur. İlmek ilmek yüreklerde dokunur, renk renk yüreklere dokunur. Mavi kavuşma, sarı mutluluk, yeşil bereket, kara ölüm, hüzün, ayrılık… olur ama bir şekilde dile gelir, bir şekilde.
Mohsen Makhmalbaf’ın yönetmenliğini yaptığı 1996 yılı İran yapımı bir film, Gabbeh.
Bir kilimin(gabbeh) kişileşerek(Gabbeh Hanım) yaşadığı aşkı anlatması üzerine kuruludur. Olayları yaşayan kişinin yıllar sonraki haliyle bir arada, geçmişine -o an izliyor gibi- bakması ve olayları anlatması filmdeki ilginç buluşlardan biridir. Aynı anda hem yaşanan hem de izlenen bir hikâyedir/masaldır izlediğimiz. Yine, sadece anlatıcı kişinin değil, nesnelerin de hikâyeler arasında geçişler yapması, yaşlı adamın -hiçbir karede yüzünün gösterilmediği/uzak tutulduğu- gençlik halini dillendirmesi, tabiata ait her katmanın hikâyenin tamamlayıcı unsurlarından biri olması, göçebe kültür’ün ‘aşk’ tem’inde belirli bir ritimde anlatılırken; keçiden yüne, yünden ipliğe, iplikten tezgâha, tezgâhtan bütüne kavuşana kadar bir kilimin kendi öyküsünün de anlatılması ile farklı hikâyelerin iç içe girdiği bir bütündür bu film.
Yerel kültür ve gelenek yalın bir dille verilirken, kullanılan sembolik dilin anlatımı zenginleştirdiği görülür. Özellikle kadına dair haller, doğum ve ölüm sembollerin arkasından ya da insan dışı canlılarla izleyiciye sunulmuştur. Bir kadının bedeni kadar, bir çocuğun ölümü de saklanan unsurlardandır bu filmde. Gerçekliğin kırıldığı çoğu yerde, çizgi filmlerde karşılaşılan kimi sahneler karşımıza çıkar(Özellikle tablo gibi sunulan yeşillik, gökyüzü, su’dan bir elin renkleri… aldığı sahneler). Kamerayı dondurmak, boyutta oyunlar oynamak, doğal, yalın akışın yerini kimi yerlerde metaforik hatta kimi yerlerde yapay anlatıma bırakmak… filmdeki dikkat çeken hatta yadırganan yönler.
Rengarenk bir film Gobbah. Makhmalbaf’ın sinemaya dair renk tercihinin de göstergesi. Yalın gibi duran ama farklı anlatım tarzlarını bir araya getiren ve bunu yaparken, geleneği yeni tekniklerle harmanlamaktan çekinmeyen bir yönetmen Makhmalbaf.
İranlı yönetmenler cidden çok cesurlar. Deneysel denilebilecek teknikleri uygulamaktan çekinmiyorlar. Makhmalbaf’ın Gabbeh’i, bunun göstergesi. Şiirler söylenirken, sözlü edebi kültür yansıtılırken, birden gökyüzüne uzanan bir el size bir şeyleri işaret ederek anlattığı hikâyenin gerçekliğini kırabilir; doğallığı yapay bir unsur takip edebilir; sizi hikâyeden koparıp anlatıcı kişinin bugününe döndürebilir; geçmişte söylenen diyalogu bugün söyletebilir; yalın ve doğal anlatım yapayla yer değiştirebilir; bir sembol, gerçekliğin yerini alabilir; hikâyenin ilerlemesi için sizi ve kahramanını, başka bir kahramanın su doldurmasını beklemek zorunda bırakabilir… Eleştirileri göğüslemek anlamına geliyor bu tarz, başarısız bulunmayı göze almak, klasik sinema dilinin dışına çıkmak. Kaç yönetmen buna cesaret edebilir ki?
Bu filmi beğenir misiniz, fazla değil, eğer istediğiniz, izlediğiniz/alışık olduğunuz tarzda bir şeyler izlemekse. Harika bir film değil, hatta yadırgayacağınız tekniklerle dolu, ama geleneğin, kültürün, aşkın, bunlara dair kodların farklı bir anlatım tarzında karşınıza çıkması sizi şaşırtsa da, sinemanın farklı anlatım dillerini/tekniklerini görmek ve tabiata dair nefis görüntüleri kaçırmak istemiyorsanız, bu filmi izlemelisiniz.

12 Mart 2011 Cumartesi

Hiroshima Mon Amour / Hiroşima Sevgilim, Alain Resnais (1959)


Ne zordur aşktan vazgeçmek, aşkından vazgeçmek. Akıllanmak unutmak anlamına gelir. Hayır, akıllanmak değil, arada bir hatırlamak… ne kadar sevdiğini ve ne kadar acı çektiğini arada bir hatırlamak.
Aşkın kollarında olmak, aşkının kollarında kalmak isterken, ölüm bile ayrılık anlamına gelmiyorken, insana en büyük engelin yine kendisi olması, belleği. Bellek unutmaya mahkumdur çünkü, acıyı dahi unutmaya…
1959 yılında bir barış filmi çekmek için Hiroşima’ya gelen Elle ile Hiroşima’da mimar olarak çalışan Lui arasında ansızın başlayan tek gecelik ilişkinin aşka dönüşmesi, birbirlerinden vazgeçememeleri ve bu vazgeçememenin ortaya çıkardığı geçmiş. Bitmesi istenmeyen o bir gecede; geçmişe, Nevers’e dönüş. Bir kadının gençliğinin, ilk aşkının, ilk aşk acısının bir şehir bağlamında verilişi. Yeni bir şehirde aşkı yeniden keşfetmesiyle aşkın önce iki şehir arasındaki git-gellerle verilirken, sonradan iki şehrin bütünleşmesiyle tek şehre dönüşmesi. Şehirlerin belleğinden, bellekteki şehirlere git-geller. Hiroşima’nın belleğiyle insanlığın belleğinin sorgulanması; Elle’in belleğiyle hem insanlığın hem de kendi belleğinin sorgulanması.
Film ilk katmanda, film içinde çekilen barış filmi aracılığıyla insanlığın belleğine yönelir ve ona, Hiroşima’yı, atom bombasının etkilerini, fotoğraflar ve dramatizasyonları kullanarak bir belgesel havasında sunar. Ve sorar insanoğluna, atom bombası atılırken sen ne yapıyordun?
İkinci katmanda, Elle’in yaşadığı aşka yönelir ve burada sadece aşk’ı anlatmakla kalmaz, bellek-şehir-imge üçgeninde aşk’ı, şehir’i ve belleği Elle’den yola çıkarak birey’e, Elle’in belleğinden yola çıkarak toplum’a odaklayarak sunar.
Bu katmanda, İkinci Dünya Savaşı esnasında Alman bir askere aşık olan Fransız Elle’in aşık olduğu kişinin ölümüyle yuvarlandığı uçurum, toplumun dışına sürüklenmesi, toplumunun onu yalnızlaştırması, deliliği seçmesi, aklı uzaklaştırıp kazınan saçlarıyla, bir mahzende gündüz’ü fark edene değin karanlıkta ama aşkıyla kalışı, on dört yıl sonra Hiroşima’da “aynı karanlıkla” karşılaşması, bu yeni aşkın da unutulacağıyla yüzleşmesi, oysa unutulacağını bilse de vazgeçememesi anlatılır.
Yüzleşmek zorunda kalır kendisiyle, bir gece, ansızın, beklemediği bir kentte ve zamanda:
“Bildiğini sanıyor insan, sonra bakıyor ki hiç bilemiyor. Alman bir sevgilisi vardı Nevers’te, gençken. Bavyera’ya gideceğiz sevgilim, orada evleneceğiz. Hiç gitmedi Bavyera’ya. Kolayca aşktan söz açsın onlar, Bavyera’ya hiç gitmemiş olanlar.
Daha tam ölmemiştin. Anlattım hikâyemizi. Anlatılabilir bir hikayeymiş demek. Seni aldattım bu gece, bu yabancıyla. Anlattım hikâyemizi.”
Aşk hikâye olduğunda, hikâye olarak başkasına anlatıldığında âşık ihanet etmiştir, âşık olduğuna. İnsan, âşık olduğu yanında olmadığında değil, onu unuttuğunu hatırlamasıyla aşkının uzağına düşer. Acısını yeniden hatırladığında, acının içinde kavrulduğu anlara uzaktan baktığında, aşkın deliliği belleğin unutmaya mahkum akıl gözünden seyredilmeye başlandığında, aşk…
Oysa toplumun bu aşka bakışı, Elle’den farklıdır. O, düşmana aşık olmuştur ve artık kendi komününün küçük yosması’dır. Bu yüzden yalnızlaştırılır, toplum dışına atılır, alay edilen, istenilmeyen olur. Aşk, reel hayatın içinde, ölmenin ve öldürmenin sıradanlaştığı, hayatta kalma içgüdüsünün diğer tüm duygulara baskın geldiği bir düzlemde, küçümsenen, atıl sayılan, tüm yüceliğinden soyundurulup sadece cinsellik boyutuna indirgenen ve bu yüzden hoyratça muamele edilen bir şeye dönüştürülür. Bir şey’dir, fazlası değil.
Nevers başlangıçta sadece bir şehir’dir. Ama tek bir cümle ile şehir olmaktan çıkar ve bellekte karşılığı olan birçok ana tekabül eder. Nevers, istençsiz bellekte(memoire involontaire) Elle’i anlara taşır. Burada tetikleyici unsur, beklenmedik aşktır. Ve biz cümle cümle, görüntü görüntü Nevers’in farklı anlamları ile karşılaşırız: Gençlik, aşk -sevgilisiyle buluştuğu gizli yerler aşkın izleğidir-, ayrılık, delilik -mahzen, duvarlar ve karanlıksa ayrılığa ve deliliğe ait izleklerdir-. Kısacası aşk temasında şekillenen imgeler Nevers’i “şehir” olmaktan çıkarır, onu imgeleştirir ve dünü bugüne taşır. Bu noktada aşk, dün ve bugün’ü, Nevers’le Hiroşima’yı bir’leştirir, aynı’laştırır ve bu iki şehir, bellekte tek bir imge olarak iç içe girer. Artık Hiroşima Nevers’ten ayrı düşünülemez. Nevers, gençlik ve ilk aşk, aşk acısı ve dıştan kopma, bellek ve delilik; Hiroşima, olgunluk ve yeni bir aşk, aşkla hesaplaşma ve ben’e bakış, bellek ve gece’dir. Ama izlekte ve diyaloglarında ikisini birbirinden ayıramaz Elle. Filmin senaryosunun ve kamera çekimlerinin doruk noktasıdır -gece Elle gezerken iki şehrin benzer görüntülerinin ard arda verilmesi ve buna eşlik eden şiirsel cümlelerle- bu bölüm.
Alain Resnais'ın yönettiği Fransız Japon yapımı 1959 yapımı bir film, Hiroşima Sevgilim. Şiirsel diyaloglarıyla Hiroşima'nın yaşadığı trajediyi -bir film çekimi kurgusuyla- belgesel tarzında anlatarak başlayan; geçmişte kalan aşkın Nevers'le, yeni aşkın da Hiroşima ile iç içe girmesi/bütünleşmesi ile şiirsel ilerleyen bir film. 1945 Hiroşima’sına ait gerçeklerin belgesel havasında yalın ve abartılmadan verilmesi; Nevers ve Hiroşima’nın iç içe girerek şehir, aşk ve belleğin, şiirsel cümlelerle ve görüntülerle sorgulanması; mekan ve zamanın imgesel bir anlam yüklenerek metaforik bir anlatımın seçilmesi… filmin başarısının altındaki nedenler. Filmin başarısız yönüyse müzikleri. Kimi yerlerde müzik, görüntüyle örtüşse ve görüntünün ritmini yakalasa da çoğu yerde bunun uzağında kalmış.
Aşk ve bellek, aşk ve ayrılık, aşk ve delilik, aşk ve şehir… Aşk gece’dir, bu sorgulamanın sonunda, gündüzü olmayan gece... Aşk Hiroşima’dır, sabah olunca biteceği sanılan, gündüzü olmayan Hiroşima...
Aşkın adı Nevers’tir. Aşkın adı Hiroşima’dır. Gidilse de kalınsa da değişmeyecek olan tek şey, aşktır.
Ve aşkın şatafatlı cümlelere ihtiyacı yoktur. Tek cümle yeter ona:
Kal benimle Hiroşima’da.

Kirazın Tadı / Ta’m-e Gilas (1997)


İnsan, üzerine yirmi kürek toprak attırmak için yola çıktığında, yaşamayı mı istiyordur, ölmeyi mi? İstenilen yardım hangisidir? Üzerine atılacak toprak mı, uzanacak bir el mi?

Abbas Kiyarüstemi’nin yönettiği, İran yapımı bir film Kirazın Tadı. Deneysel sinemanın önde gelen isimlerinden Kiyarüstemi, bu filmde intihar olgusunu ve buna bakışı sorgulamış.

Bedii Bey, intihar etmek için yola çıkan-uyku hapı içerek hayatına son verecektir- ve para karşılığında üzerine toprak örtecek ya da ellerinden tutup kaldıracak kişiyi aramaktadır. Arabasına ilk, askerlik yapan bir Kürt gencini alır. Onu ikna etmek için şunu der:

“Ben bir ağacın köküne saçacağın gübreyim. “

Hakikaten kendisi için kazdığı yer bir ağacın dibidir. Ancak ikna edemez. Vazgeçmez Bedii Bey, arayışına devam eder. Bu arayışta gözleri dışarıdadır, hayata bakar. Bu çekimlerde kullanılan sabit kamera ile, Bedii Bey’in hareketsizliğine karşılık, hareket eden bir hayatı izleriz -içerden dışa bakış Bedii Bey’in bakışı değildir, onu ve dışı izleyen kameranın bakışıdır-, ama o, bu hayatın içinde kendi ölümünü arar. Kendi toprağını üzerine atacak kişiyi. Onun toprağa bağımlılığı mekân seçimiyle de karşımıza çıkar. Her yer topraktır, savrulan, akan, üzerinden gölgelerin geçtiği, hayat veren ve hayatı biteni alan… toprak.

Arabasının ikinci yolcusu Afgan ilahiyatçıya, kendimi bu hayattan kurtarmaya karar verdim, der. Bir tükenişi yaşamaktadır, devam edecek gücü yoktur ama sebebini söylemez. Tüm bu kısımlarda kamera, çıplak hayata bakar, üzerine hiçbir şey eklemez. Hiçbir şeyi allayıp pullama derdinde değildir. Yalın gerçeklik vardır karşımızda.

İkinci yolcu ile, asıl sorularını atar yönetmen ortaya: İntihar, din, günah, mutluluk-mutsuzluk olguları sorular ve cevaplar arayıcılığıyla sorgulanır.

İntiharın nedenlerini hiç aktarmaz yönetmen, sadece sonucu üzerinde durur. Mutsuzluk. Bu sekansta intihar olgusu, din-felsefe bağlamında ele alınırken çoğu diyaloglar bu olguları açıklamaktan çok uzaktır. İslam dininde kişinin intihar etmesinin yasak olması “Kendini öldürmeyeceksin.” Afganlı ilahiyatçı aracılığıyla verilirken, buna karşılık verilen cevap:

“İntiharın büyük günahlardan olduğunu biliyorum. Fakat mutsuz olmak da büyük günah. Mutsuzken başka insanları incitirsiniz. Bu da bir günah değil mi?” şeklinde mutluluk-mutsuzluk argümanına dayandırılır. Kısaca, mutsuz insanın çevresindeki insanlara zarar verip incitmesi ile intiharın, günah terazisinde denkliği öne sürülmüş olur.

Sorular akıp gitmeye başlar zihninizden: İnsan dünyaya mutlu olmak için mi gelir? Varoluşun nedeni bu mudur? Mutsuz olan insan sırf bu yüzden varlığını yok mu etmelidir ve asıl soru; ölüm, varlığın zıttı mıdır?

Üçüncü yolcu, hasta çocuğunu iyileştirebilmek için para arayışında olan ve kendi teklifini kabul eden Doğal Tarih Müzesinde çalışan bir Türktür: Bakari Bey. Yolculuğun güzergâhı değişir bu kez, yol kadar tabiata ait görüntüler ve renkler de değişir. Yine toprak ağır basmaktadır ama bu sefer toprağa eşlik eden yeşillikler vardır ve farklı renkler karşımıza çıkar. Yolcuyla birlikte yol da değişir, Bakari Bey’in ifadesiyle, uzun yol daha rahattır. Bakari Bey, bu yolculuk esnasında hiç susmaz, devamlı anlatır. Bedii Bey’in durumunu bir fıkrayla özetler:

"Türk’ün biri doktora gitmiş ve doktor bey nereme dokunsam oram ağrıyor, ayağıma dokunuyorum ayağım, göğsüme dokunuyorum göğsüm ağrıyor, demiş. Doktor hiç düşünmeden cevap vermiş:

Sizin bir şeyiniz yok, parmağınız kırık. Hasta olan düşünceleriniz. Bakış açınızı değiştirin."

Varlık sadece beden midir ve ölmek varlığın zıttı mıdır? Değildir. Ölüm çare değildir öyleyse. Ama parmağınız kırıksa, dokunduğunuz her yerde o acıyı hissedersiniz. Hayata hep o acının merkezinden bakarsınız. Her noktayı acıyor zannedersiniz. Öyleyse kırılan parmağı düzeltmelidir insan, vücudu ortadan kaldırarak acıya son vermeyi tercih etmemeli ve hayatı mutluluk-mutsuzluk düzleminde bir varoluşa hapsetmemelidir.

Bedii Bey, etkilenmiştir Bakari Bey’in konuşmalarından, artık sadece toprak örtmesinin isteminde değildir, önce uyanması için çağırmasını ister, bu yetmez, yüksek sesle çağırmasını ister, bu da yetmez omuzlarından sarsmasını ister. Ölümden çok hayata dönüktür yüzü buralarda ve çaresizce Bakari Bey’in çevresinde dolanır. Ama Bakari Bey’den istediği ilgiyi göremez hatta her şey kendisine bırakılır, sorular, cevaplar... Bakari Bey anlatacaklarını şiirle, anekdotla, anılarla anlatmıştır.

Bedii Bey’in üzerine toprak atacak birini araması –burada bile insan “görülme” çabasındadır-, ölümüne yardımcı olmaktan çok, ondan kaçma isteminin göstergesidir. Bakari Bey’le yaptığı gezi sonrası onun peşine düşmesi, ondan yardım beklemesi, güneşin batışını izlemesi, ümitsizce bu eylemden vazgeçmek için bir neden bulma çabasıdır. Sabırsız, tedirgin ve huzursuzdur. Kendi evinde de bu eylemi rahatça gerçekleştirebilecekken bu yolu tercih etmesi, içinde bulunduğu halden kendisini kurtaracak birini/bir şeyi bulma beklentisidir. Ancak bu kişiyi/şeyi bulamaz. Karar kendisinindir artık. Başkasının kendisi adına veremeyeceği bir cevap/tercihtir bu.

Bu kısımda özel olarak açılması gereken paragraf, Bakari Bey’in intihar için yola çıkıp da, yediği dutla, ondan aldığı lezzetle bir aydınlanma yaşaması, hayata bakışını değiştirmesi ve bunu, küçük, sıradan şeyler bile hayattan vazgeçmemek için bir nedendir açıklaması ile vermesidir. Burada birincil planda bir sorun yokmuş gibi görünür, verilen her nimetin görülmek ve tadılmak için verilmesinin büyük bir lütuf olduğu algısı ön plana çıkar. Ancak ikincil planda, bu bakış, hayatı lezzet/madde temeline oturtmak anlamına gelir, “kaynağı” ne gösterilse gösterilsin. Dut/kirazdan alınan tatla intihardan vazgeçmek, hayatı, maddi temellere bağlamak değil midir? Bedii Bey’i/insanı intihara götüren mutsuzluğunun temeli maddi midir ki, çözüm arayışında maddi bir çözüm yeterli olsun? Ya da varoluş için amaç mutluluk mudur ki, mutluluğun temeli sadece maddi lezzete düşürülsün?

Bedii Bey, yaşadığı ortamın tersine maddi açıdan belirli bir refah düzeyinde olan bir karakterdir. Bir insan varoluşunun nedenini mutluluğa dayandırdığında ve insan buna ulaşamadığında ya da bu, ellerinden alındığında, varoluşunun anlamı kalmaz. Ve intihar bu noktada kahraman tarafından sorunun çözümü olarak algılanır. Bir kez daha söylenmesi gereken şey şudur ki, ölüm varoluşun zıttı değildir. Sadece hayatın zıttıdır. Dünya hayatının.

Filmin sonunda gecenin sabaha evrilip de, Bedii Bey’in uyanıp uyanmayacağı an beklenirken, tam da filmin leif-motifi –bir sorudur bu: üzerine toprak mı atılacak yoksa ellerinden tutulup kaldırılacak mı- cevaplanacakken izleyici karşısında yönetmeni görür ve cevap izleyiciye bırakılır. Kurgunun gerçekliği kırılır. Oysa cevap size ait değildir burada. Postmodern yapıtlarda izleyiciyi/okuru da içine alan eserler, öncül bilgilere dayandırılır. Bu filmde ise böyle bir durum yok. Çünkü yönetmen bu filmde, Bedii Bey’i intihara götüren nedenleri ya da kahramanının iç dünyasını tanıma şansı vermez izleyiciye, sadece onun bir gününü -intihar edeceği günü- aktarır. Kimse Bedii Bey’i tanımaz, onu içselleştirme fırsatını bulamaz, hatta yönetmen kahramanı ile izleyici arasında bir yabancılaşma, uzaklaşma sağlayarak –ister iç(arabadaki), ister dış çekim olsun, kamera asla sizi kahramana yaklaştırmaz, uzakta bırakır-, sizi sadece “intihar olgusu”na yönlendirir, “Bedii Bey’in intiharına” değil. Bunu da yaparak aslında, yönetmen kendi fikrini gizlemiş, sonu insanların kendi bakış açılarına bırakmıştır. Yönetmenin amacı, boşluğu seyircinin doldurmasıysa, daha fazla done vermeliydi seyircisinin eline. Hatta “sonu” kahramanına bırakmalıydı. Kahramanın arayışında aldığı ya da alamadığı cevaplarla seçeceği son, bizim seyirci olarak aldığımız cevaplarla örtüşmeyecektir çünkü; kahramanın önceki yaşanmışlıkları ve sorularına cevap verilip verilmediği, seyircinin giremediği bir alanda, dünde, anlatılmayan kısımda bırakılmıştır çünkü.

Filmin teknik kısmı değerlendirildiğinde, çok farklı tekniklerin uygulandığı, ilgi çekici hatta yer yer şaşırtan cesaretli bir bakışın ürünü olduğu görülür. Film öncelikle, kameranın farklı kullanımıyla dikkat çeker. Biri arabanın içinden Bedii Bey’e ve dışarı bakışı veren -ki yönetmenin değil- sabit kameranın çekimi; diğeri dış plan çekimler ki, fotoğrafik denilecek tarzda karşımıza çıkar. İki kamera çekimi arasında sıkça yer değiştirme-özellikle sabit kamera çekimleri insanı çok yoruyor-; kameranın bazen kararması; seslerle kesilen ve duyulmayan diyaloglar; farklı mekan seçimi-kırsal bölgede geçen hikaye, toprak’a odaklanmasıyla, toprak leitmotifinin sadece diyalog olarak değil, mekan olarak da karşımıza çıktığının ifadesidir-; halktan insanların figüran olarak kullanılması ve özellikle son kısımda film akışının kesilerek kurgunun kesilmesi ve gerçek hayata ait görüntülerle filmin sonlanması filmin teknik anlamda ilgi çekici noktaları. Arka planda verilen sosyo-ekonomik yapı; yeni yapılan yüksek binalar, iş arayan erkekler, ülkelerinden olumsuz koşullar yüzünden göçen insanlar, kozmopolit bir yaşam… filmi bireye odaklanmaktan çıkaran ve onu sosyal alana da taşıyan unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Ama bu demek değildir ki, sosyal ve tezli bir film. Hayır, bu doneler, bireyi ve içinde yaşadığı toplumu yalın gerçeklikle dile getirme işlevi üstlenmişlerdir.

Kirazın Tadı, cevaplardan çok soruları dile getiren, kahramanından öte bir olguya hatta eyleme odaklanan, felsefi ve dini açıdan soru-cevap yöntemiyle bir olguyu sorgulasa da bunun içini/kapsamını çok da fazla dolduramayan, hatta onu muallâkta bırakan, hayat ve ölümü işlerken varoluşun kıyısından geçen ama uzağına düşen; ancak deneysel diyebileceğimiz tekniklerle kendi orijinal çizgisini oluşturan bir sinema örneği.

Abbas Kiyarüstemi, hikâyesini süslemek yerine tam zıddını yaparak, diyalog ve edimlerle gerçek hayatı olduğu gibi yansıtmaya, yalın gerçeği mümkün olduğunca aktarmaya, kamerasını kahramana/objeye değil -hatta onu yabancılaştırarak- olguya odaklayan bir filme imza atmış. Size cevaplar verme telaşında değil, hatta soruları arttırma yolunu tercih etmiş. Tıpkı Bakari Bey’in kararı Bedii Bey’e bırakması gibi, yönetmen de kararı, seçenekleri, tercihi izleyicisine bırakmış. Sonu istediğiniz gibi düşünebilirsiniz. Bu, hayata nasıl baktığınızla ilgili, parmağınız kırıksa, kimsenin aynı acıyı hissetmesini bekleyemezsiniz. Acının merkezi parmaksa, düzeltilmesi gereken odur. O düzeltilmeden, bedeninizin her yerinde aynı acıyı hissetmeye devam edersiniz çünkü.

Bedeni mi yok etmek, parmağı mı düzeltmek?

Üzerinize atılacak toprağı mı tercih etmek, uzanacak eli mi?

Tercih sizin…