28 Şubat 2011 Pazartesi

Yürüyüş ile Yürüyüş

Sezai Karakoç’a ithaftır, kelimeleriyle örülü[1] kelimelerimle bir kolaj denemesidir…

Gözsüz görüyorum, ellerim tensiz, tutuyorum. Ayaklarım çıplak, yürüyorum. Yürüyorum. Ölüler kentinden yürüyorum şimdi başka bir kente, başka bir meydana. Çağrıldım, çağrı ölüm. Çağrıldım, çağrı doğum. Çağrıldım, çağrı adım. Törenleri ve şölenleri bırakıp ardımda, ağlayışları ve duaları, tahtadan sandalımı ve sürüklendiğim akıntının içindeki tıpkı kuru bir dal olan parçamı suya akıtıp, sudan toprağa, geride kalanlara toprak olarak ve o topraktan başka yaşamlara katık, yemiş olarak, çağrının peşindeyim. Birilerinin bahsettiği giden olarak anılacak olsam da birkaç kez; adım, geçip gidecek işte, geçip gidecek başkalarının anıları içinde, yitik hafızalarının köşesinde. Unutulmuş söz olacağım. Unutulmuş, hatırlanmayan, yitip giden söz.

Bir sözüm artık, bir kelime. Bir kelime. Mesih de kelimesi değil miydi onu yaratanın? Bu romanı yazan kim, kelime kelime dolduran, onu bölümlere ayıran, onu yazdıran ve okutan? Öyle bir roman ki bu; kurgusunda, kimi kelimenin kaderinde yitip gitmek, kimininkinde kalıcı olmak yazılı. Yitip gitmeyen kelimelerin sahibine çağrı, ilk kelimenin yazıldığı yere, ilk heceye, ilk harfe, ilk noktaya. Yitip giden bir kelime olarak, yitmesi muhtemel bir kelime olarak, yitip gidecek bir kelimeye yazgılı olarak... Kelimem hatalı yazılmış, komikmiş, gereksizmiş, ne önemi var; kelime olarak yoldayım, kelimelerle yoldayım, kelimelerle varmadayım kente. Kentlerin kentine. Aranızda henüz kimsenin görmediği. Görseniz okuyor olamazdınız bu kelimeleri. Görenler yok mu, var elbette, olmasa bilinir miydi kentin kendisi?

Yazılır mıydı kelimeler üstüne kelimeler yeniden ve yeniden.

Gidersem orada, annem ve babam karşılar mı beni, yorgun düştüğümde orada, uyuyakaldığımda, uyanma vaktim gelince, uyandırır mı birileri? Garip, yorulmak yokmuş orada, ya uyku? Uyku da mı yok?

Hep uyandırıldığım eski kentte, uyanmadığın an dediklerinin aslında uyandırılma olduğunu anlatabilir miyim? Anlatabilir miyim uyanmadığın an değildir ölüm, ölüm uyandığın andır diye. Bilmem.

Bütün mutlulukları ‘habersiz olmak’ olanlara, düşünmeyenlere, çeşmesiz kalan ve susuzluktan çatlayan yolculuğumun, sevda sözlerinin aldatışından farklı ama başka bir sevda yolculuğu olduğunu ve bunu anlatacak kelime bulmada zorlandığımı anlatabilir miyim?

Parçalarımı bıraktığım sizlerden toplama günü geldiğinde, her bir parçam İbrahim’e sunulan kuşun parçaları gibi birleştirildiğinde, hazını ve lezzetini sunan dünyanın özlemi içimi sardığında, bu birleşmenin vakti yeniden geldiğinde, yani meydana çağrıldığımda, nadi borusunu öttürdüğünde, ses beni uyandırdığında, annemin kalk, uyan diyen sesini başka bir ses aldığında, yani meydana yürüdüğümde… Buluşmak ister miyim, geride bıraktıklarımla, önden gidenlerle?

"Bir buluşmayı neden arzulamayayım bir daha? Neden bir daha susamayayım baba, anne, kardeş yüzüne. Ölmek, ağacın yaprağının dökülmesi midir? Çiçeğin düşmesi midir? Ağacın kökü ne olmuştur? Yemiş ve tohum hangi dünyadadır? Bütün iş, öldükten sonra bile ülküyü yitirmemekte; nasıl, akşam uyurken sabah kalkıp sürüyü çobana götüreceksin, bunu biliyorsun çocukken, böyle bir ülkün var senin.

Sen bundan bir fayda umuyorsun. Veya anne, baba korkusu ve sevgisiyle bunu yapıyorsun. Onun gibi ölürken de uyanış ülküsünü kaybetmemişsen, "diriliş"ten haberliysen, ta meydana çağrılacağın ana kadar, hep uyanacaksın, hep uyandırılacaksın. Hatta ölüm, bu çağrışın ilk anı, ilk pıhtısı, kabuğun ilk delinişi... İlk yargı türküsü. İlk fizikötesi çene."[2]

Kuru dalım akıntının içinde; çiçeğim ve yapraklarım ölmeden evvel döküldü, ölüm kuruyan dalımın parça parça suya akması. Sudan toprağa. Kelimelerim tohum ve yemişim. Kökü buraya ait olmayan. Burada saçtığım orada ellerimde olur mu peki? Yeşillenir miyim, renklenir miyim çiçek çiçek, yaprak yaprak, dal dal yeniden?

Sabah uyandığımda, ölümün sabahına uyandığımda, sürümü, parçalarımı, kelimelerimi alıp götüreceğim. Götürmek isteyeceğim aslında, kimi benimle kalırken, kimi daha geç ulaşacak bana. Ama ulaşacak bir gün, günün gün olmadığı bir gün. Vaktin vakt olmadığı. Ânın ân olmadığı...

Her gün uyandım yeniden, yeniden, son uyanışımda Kentlerin kentinin meydanına akarken -ilk anım, ilk pıhtım, kabuğumun ilk delinişiyle-, başka bir göz, başka bir el, başka bir ayak…la adım atacağım.

Selâm yurdunda olursam, selâm, diyeceğim; olmazsam inleyeceğim. Tıpkı ney gibi inleyeceğim, hala kavuşamamış olmanın derdiyle ve ıstırabıyla…

Kavuşmanın hayalinde yüreğim, çünkü…

Yüreğimin özünde başka yarınlar var. [3]


[1] http://www.hikayeler.net/yazilar/6745/meydan-ortaya-ciktiginda/

[2] Sezai Karakoç, Meydan Ortaya Çıktığında

[3] Mevlana, Başka Yarınlar

26 Şubat 2011 Cumartesi

Bal / Semih Kaplanoğlu (2010)



Yusuf değil bu kez kaybolan, arayan Yakup değil. Yusuf değil bu sefer özlenen, bekleyen Yakup değil. Kaybolan, aranan, özlenen, beklenen bu kez baba: Yakup. Arayan, bekleyen bu kez oğul: Yusuf. Kur’an’ın en güzel kıssalarından birinin, farklı bir bakış açısıyla ama rüya rüya, ona paralel şekilde verilişi.
Yusuf ve babasının ilişkisi üzerinde odaklanmış bir film Bal. Balcılıkla ailesini geçindiren bir baba, yüksek sesle konuşamayan, kekeleyen ancak fısıltıyla rahat konuşabilen Yusuf. Kelimelerini ve rüyalarını babasına açabiliyorken, ondan gayrısına yabancı, uzak duran, sessizleşen Yusuf.
Yusuf’un okuma çabalarının buruk bir tebessümle izlenmesi. Herkes okumaya geçerken, yuvarlak cam kavanozdaki okumaya geçenlere takılan kırmızılı ödülün Yusuf’a çok uzak kalışı, küçücük kalışı yanında. Hele bu kısımda, tek bir karede, bu ödülün Yusuf için anlamının ve ona ulaşılmasının zorluğunun verilişindeki başarı. Tek bir kare ama o tek karede bir çocuğun dünyasındaki özlemin, ulaşamamanın, dile gelemeyen isteğin açığa vuruluşu. Yakın bazen ne kadar uzak görünür gözümüze.
İlginç şekilde çocukluğuma döndüm bu sahnede. Herkes okumaya geçip de ben geçemediğimde öğretmenim annemi okula çağırmış. Bu çocuk neden okumuyor, diye. Annem eve dönünce ablama okuyup okumadığımı kontrol ettirmiş ve benim okuduğumu görmüşler. Neden okulda okumadığımı bilmiyorum şu anda; ama çocuk ruhum bir engele takılıp kalmış olmalı, tıpkı çocuk Yusuf gibi. Sesli okuyamayan ve bu yüzden fısıltıyla konuşmayı tercih eden ve sevdiklerinin yanında rahatken, başkalarının yanında sessizliğe gömülen Yusuf gibi.
Ve Yusuf’un ilk kez şiirle karşılaşması: Arthur Rimbaud’dan, Sensations:

yazın mavi akşamlarıyla ineceğim patikalara
buğdaylarla bezeli ufak otları çiğneyerek:
ayaklarımda o tazelik, aklım bir karış havada
bırak yıkasın çıplak başımı rüzgar diyerek

konuşmayacağım, düşünmeyeceğim bir an bile:
lakin tırmanacak içimde bitmek bilmez aşk
ve ben uzağa, uzaklara gideceğim derbedercesine
doğayla, ve mutlu, sanki bir kadınlaymışçasına

25 Şubat 2011 Cuma

Süt / Semih Kaplanoğlu (2008)



Süt dolu kaynayan kazana atılan yazı, ayaklarından kazana doğru baş aşağı asılan kadın, kadının ağzından çıkan yılan. Şaşırtıcı, beklenmedik, tuhaf…
Annesiyle geçinmek için süt ve süt ürünleri satan Yusuf. Sütçü şair. Okumayı seven. Annesinin yorgun, hüzünlü, güzel yüzü. Tutumlu, evini geçindirmeye çalışırken hayata ait güzellikleri göremeyen, sadece sorumluluklarını yerine getiren bir anne, sonradan kadınlığını hatırlayan ve farklı bir yol çizen.
Yusuf, çok okuyan, annesinin ifadesiyle, toprağa bakan, göğe bakan, evin neyle geçindirileceğiyle ilgilenmeyen, hayalleri olan çocuk. Yusuf, farklıdır yaşadığı hayattan, yüzünü bambaşka bir yöne dönmüştür ama mutludur dingin hayatında süt satmaktan ve okumaktan. Tanpınar, Dostoyevsky, Rimbaud’nun fotoğraflarıyla, kitaplarla dolu kütüphanesi vardır. Özellikle Rimbaud’nun üç ayrı fotoğrafı, onun şiire bakan dünyasını gösterir. Yusuf’ta geçmişinizi görür gibi olursunuz, bir dönem okumayı, yazmayı çok isteyip de hayat koşulları yüzünden küçücük dünyasında sıkışıp kalan ama yazmak isteyen gençliğinizi görürsünüz. Şiirler, yazılar yazıp, bir yerlere, yarışmalara gönderen ve ümitsizce cevaplar bekleyen halimiz. Biraz da sorumluluklardan kaçan halimiz, onları başkalarına yükleyen. Amacımız okuyup yazmaktır ya, başarılı olmak, açız’dır, başka şey görmez gözümüz. Basılan ilk şiirimizle, yazımızla yerimizde duramaz, koşarız, koşarız. Yusuf’un koşusunun güzelliğini tebessümle izlersiniz bu yüzden, bu duyguyu yaşamışsınızdır, bildiktir, tanıdıktır bu his size. Keşke o koşuda Yusuf’un yüzünü de gösterseydi kamera ve daha uzun tutsaydı sekansı. En güzel kısmı buydu filmin. En güzel ve umuda ait en güzel parçası. Geçmişin unutulmayan en tatlı kısmı. Sadece Yusuf’un hayatının en güzel ve saf tarafı değil, bizim de en güzel ve saf tarafımız bu an. Ve bu yüzden, çok özel, çok özel ve tarifsiz.
Zordur ama bu yol, herkese açılmaz kapılar, kapılarını açmaz öyle isteyene. Kimi mecburiyetler vardır, aşamazsınız onları ve öğütür gider hayatın sorumlulukları bu isteğinizi. Yusuf’un her hafta yanına uğradığı şiirler yazan tanıdığı gibi. Onu izlerken Yusuf kadar içiniz ezilir. Can yakan yürek ezikliği. Baht, bahtsızlık, şans, kader? Hayat işte, sadece hayat.
Epilepsisi yüzünden askere alınmaz Yusuf, annesi başka bir adamla evlenmek üzeredir. Nöbet geçirir süt satmadan dönerken. Nöbetler, onun kırılma anlarıdır. Hiçbir yere ait hissedemez kendisini Yusuf, elinden alınmaktadır bildiği her şey, karanlık kaplamaktadır içini, dışını, her yeri.
Yılan bir kez daha sahneye çıkar. Koltuğun üzerindedir. Ama Yusuf hiçbir şey yapmaz, sanki yılan onun vazgeçtiği şeylerdir. Ev, aile, anne, sorumluluklar, aidiyet, şiir, ümit, güven…
Terk edilmiş küçük bir kuştur, sevdiği elinden alınmış küçük bir çocuktur. Adım adım ümitsizlik ve karanlığa kayar. Işık dahi körlüktür, hiçbir şeyin görülemediği, karanlık kadar karanlığın göstergesi. Aydınlık dahi karanlığı simgeler artık. Yusuf kuyuya düşmüştür artık.
Sesler ve rüzgar, sesler ve yapraklar, sesler ve kuşlar, sesler ve hayat. Doğaya ait görüntüler kadar seslerini de içine almış, sadece şiirsel değil, şiirin müziğe yaklaştığı bir film bu. Tıpkı Yusuf’un okuduğu şairlerin şiir görüşü gibi. Rimbaud gibi vazgeçer şiirden Yusuf. Biri tek bir şiir kitabıyla vazgeçmiştir, diğeri yayımlanan tek şiiriyle. Yumurta’daki Yusuf da böyledir, tek şiir kitabıyla vazgeçmiştir şiirden.
Yusuf üçlemesinin ikinci filmi Süt. Yumurta’ya göre plan geçişleri çok daha iyi ve yine Yumurta gibi tek plan sahnelerle çekilmiş. Yusuf’un evden ayrılışını anlatan bu film, aslında ev’le birlikte kendine ait dünyadan, eski’den, büyüdüğün çevreden… kopuşu anlatan bir film. Yumurta’daki yabancılaşmanın, aidiyetsizliğin, ötekileşmenin diğer yarısıyla kesiştiği film Süt. Kopuş anına bakış. Öyleyse Bal, diğer yarıyı anlatmalı. Ev’i anlatmalı, çocukluğu, ait olmayı, bir olmayı anlatmalı. Ama bir şekilde, Yusuf’u farklılaştıran bakışı da göstermeli, babanın kaybını.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Yumurta / Semih Kaplanoğlu (2007)



Gündüz ve gece olur, gün akar her şey gibi, gelenler ve gidenler olur, birileri akıp gider ve gidenin peşinden geçmişe döneriz bazen, bizden parçaya, bizden eski bir parçaya, bizden değişen bir parçaya, eksik bıraktığımız parçaya…
Hayatımızın iki ucu, arada yolların ve dağların, yaşanmışlıkların ve yaşanmayanların, yitenlerin ve kalanların, elimizdeyken yerini koca bir boşluğun doldurduğu bizden olmayan ama bir parçamız kabul ettiğimiz şeylerle doludur, şeyler: insanlar, yerler, anılar, başarılar, başarısızlıklar, günler, günleri dolduran hayatlar, gelenekler, sevgiler, nefretler, yarım kalan aşklar, yarım kalan…
Kaçıp gittiğimiz ve dönme vakti gelince tepkimizi sona attığımız. Sonda, yalnız kalınca, sana kimse kalmayınca, bir başına, bir ıssızlıkta yaşadığımız an verdiğimiz tepki: Ağlamak. Bazen, evet bazen, algılayamayız neyi kaybettiğimizi başta. Kaybettiğimizi biliriz ama algılayamayız… kaybettiğimizle bizden nelerin yitip gittiğini, neleri terk ettiğimizi ve nelerden yoksun kaldığımızı. Fark etmek için, bazen, önce kaybettiklerimizi görmemiz gerekir, yeniden ve yeniden görmemiz. Neden sonra, gördüklerimizin daha önce sevdiklerimizle görebileceğimiz ama tercihlerimiz yüzünden görülemeyenler olduğunu anladığımızda… sadece ağlarız. Ağlarız. Ağlarız.
Yusuf, içine düştüğü kuyudan çıkamayan şair, artık yazamayan, iki hayatının arafında ikisine de tutunamayan… Annesinin ölümüyle döndüğü eskide, ona uzaktan bakan, içine giremeyen, kaçtığı şeylere yeniden bakarken onları hep bir mesafeyle izleyen. İnanmadığını, bir borç kabul edip yaparken, neden yaptığını bilmediği şeyi gene de yapan. Eskiye saygı, sevgiye hürmet, yapılması gerekene riayet?

16 Şubat 2011 Çarşamba

Bab' Aziz / Nacer Khemir


Bu filmi izlememe vesile olan Bilal’e ithaftır, eleştirileriyle hatalarımı gösteren Sevgili Dost’a...


Bir rüyanın içine girdim, başka bir rüyada nefes alıyorken. Çöl seslenirken gizini aramaya, ney sesi üflüyor ayrılık acısını ruhuma. Kays’ı çöllerde arayan Leyla’yım, Leyla’yı göremeyen/tanıyamayan Mecnun’um şimdi. Bir hikayenin içinde dinleyen, bir mesnevinin içinde gözleyen, bir masalın içinde çocuğum şimdi. Kapılar açılsın ve Bab’ Aziz anlatılmaya başlansın şimdi.
Allah’a ulaşmak için yaratılmışlar adedince yollar vardır.
Fırtına diner, İştar dedesinin yüzündeki kumları temizler, sonra tutar dedesinin ellerinden, -onun gören gözüdür- onu buluşacağı yere götürürken yol arkadaşı olur. Aslında tersidir, dedesi tutar İştar’ın ellerinden- onun gören kalp gözüdür- onu buluşacağı yere götüren yol arkadaşı olur. Bu yolda İştar’ın öğreneceği çok şey vardır ve bu yol, uzundur.
Masumiyet ve hikmet el eledir, başlangıç ve son, hayat ve ölüm.
Yalnız başına gidemez misin?, der çocuk. Yolumu bulurum, der yaşlı. Ama ya kaybolursan!, der göz. İman sahibi asla kaybolmaz benim küçük meleğim, der irfan. Mutmain bir nefs asla yolunu kaybetmez. Peki toplantı nerede, der masumiyet. Bilmiyorum, der hikmet.
Diğerlerinin de bilmediğidir bu. Sadece yürümek gerekir, yürümek. İnsan yeterince yürürse, sonunda bir yere ulaşır çünkü.
Kumları temizleme sahnesi, yönetmenin bu filmi yapmasının amacını gösteren bir metafordur: Yüzü kumlanan, gözleri görmediği için yolunu bulamayacağı düşünülen yolcunun hakikatini, bunu anlayamayanlara anlatmak. İştar’ın bakışı, bu yüzden yönetmenin bakışıdır. Onu anlamak kadar -sadece gözleriyle görmek değil-, yüreğinin gözleriyle görmek, görebildiğini de aktarmak ister. Ama bir yere kadar yolları aynıdır. Biri anlayandır, diğeri aktaran. İştar’ın yolculuğu da bir noktadan sonra ayrılır Bab’ Aziz’den. Aradıkları farklıdır, gördükleri farklı, hissettikleri farklı. İştar dedesinin anlattığı hikayeleri seven, sorular soran ve anlamaya çalışan meraklı, küçük bir çocuktur. Bu yüzden film, hikayelere, masala ve kelimelere dayanır.
Altı hikaye vardır filmin içinde:

14 Şubat 2011 Pazartesi

BELA yayında...

Bela, Kitap Yurdu'nda satışa başlamıştır(14 Şubat) efendim. Bu gecenin en güzel hediyelerinden biri buydu. Bela, sizleri bekliyor.
Selamlar...

http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=576087


“ Gitmek hep zordur. İnsanın yürek gardırobu tıka basa doludur.

Çünkü hayallerini, umutlarını, sevinç ve üzüntülerini, ilkleri, sonları,

yağmuru, gözyaşını ve sevgilerini koymuştur içine. Çok ağırdır. İnsan

taşınırken/giderken en çok bu yükün altında ezilir.”

Yürek Gardırobu’ndan SNB

İnsanın ilk kelimesi belâ. Bela, kabul etmek, evet anlamına geliyor; ama aynı zamanda bela, dert ve üzüntü anlamına da geliyor. Bu yüzden bela, bazen teslimiyetken insanda; bazen de isyan olarak karşımıza çıkıyor.

Cem, Nursu ve İstanbul; Giz ve Işık; Toprak ve Suaytan’ın, hayatlarının bir anında birleşen yazgıları, sonra tamamen dağılan. Birbirinden bağımsızmış gibi duran tüm bu insanların bir bütünü oluşturmaları ve bir şekilde bir kazayla ortak bir anı paylaşmaları... Birbirlerinden farklıdırlar, hayatları farklı, yaşam kültürleri farklı, hayata bakışları farklı, zevkleri farklı ama bir şekilde aynı ana/olaya tanıklık ederler ve o anın/olayın parçalarından birini oluştururlar. O ortak andan sonra asla aynı insan olamazlar, büyük bir kırılma yaşarlar ve alakasız gibi duran küçük bir ayrıntı, yaşam parçası, acı… bu insanları birbirine kopmamacasına bağlar/ayırır. Sorgulamalar, aşk, sevgi, kin, nefret, aldatılma… Hesaplaşmalar en dibine kadar yaşanır ve tüm taraflar kendi sorgulamalarını bitirmeden, diğerini anlayamazlar ve affedemezler, ne zaman ki sorgulamada asıl sorgulamanın kendilerine karşı olan hesaplaşma olduğunu anlarlar, işte o vakit suçlu görünenin aslında varlığıyla, yaptığıyla suçlu olmadığını anlarlar ve hayat kaldığı yerden devam eder ama asla aynı şekilde değil. Parçalanmış olarak ve bu parçalarla yeni bir bütün oluşturarak.

Bilinçakımı, flashbackler, onlarca yapıta, kurgu kahramanına, işaret ve sembollere göndermeler, yer yer sürrealist bir havaya bürünen, iki farklı zaman düzleminde birçok kahramana ev sahipliği yapan post-modern bir anlatı Bela. Sorgulamalar: Sevgi, aşk, pişmanlık, dostluk… Sorgulamalar: Gerçeklik ve kurgunun gerçekliği - bu gerçeklikle paralel olarak sorgulatılan yazgı-… Yazılan mı olur, yoksa olan mı yazılır? Ve insanın ismiyle karakteri ve yazgısı arasındaki bağlantı nedir?

Tüm bu sorulara, sorgulamalara verilen cevap: Bela. Kimi kabul, kimi red anlamında; kimi teslimiyet, kimi isyan anlamında… ve tüm hepsini bulabileceğiniz roman: Bela.

Hayata bir de Bela’nın gözünden bakın…




9 Şubat 2011 Çarşamba

El Secreto de Sus Ojos / The Secret in Their Eyes /Juan José Campanella




Juan José Campanella’nın yönettiği 2009 yapımı Arjantin İspanyol yapımı 2010 yılı EN İYİ YABANCI FİLM dalında Oscar kazanmış bir film. Haklı bir ödülün sahibi. Konusu, 1999 yılında Buenes Aires'te 1974’te yaşanan tecavüz ve cinayet vakasını araştıran Benjamin Esposito’nun geçmişte yaşadığı bu olayı roman olarak yazması’dır.
Hüzünlü, güzel gözlü bir kadın, bir tren garı ve elinde bavulu olan bir erkeğe veda. Silik ve iç içe geçen geçmişe dair görüntüler... Kimin hikayesi bu? Karalanan geçmiş kimin hikayesi, geride bırakılan kimin gözleri?
21 Haziran 1974. Ricardo Morales’in karısı Liliana Colotta ile son kahvaltısı, son anlar, yaşanırken bilinmeyen. Planlar, hayata dair küçük endişeler, her zamanki işler… Kim yaşarken bunun son anı olduğunu bilebilir ki? Birden bozuluveren büyülü anlar, öyle hızlı geçiş ki acının yüzüne, şaşırıp kalmak olduğunuz yerde. Şaşırtıcı ve acıtıcı anlar.
Kimi zaman hayatınızın bir anına takılı kalırsınız ve o an, yer yer silinmiş izlenimi verse de aslında hiç uzaklaşmaz belleğinizden. Hatıraların harika görüntülerini birden o an takip eder ve mutluluğunuz mutsuzluğa çevrilir. Aşamazsınız. Korkarsınız. Anıları, yazdığınız defterden yırtarak unutabilir misiniz ya da nasıl daha farklı anlatabilirsiniz yaşananları?
Temo/Korkuyorum.
Bir anıyı anlatmaya nereden başlamalı hele de onu roman halinde başkalarının gözlerine sunacaksanız:
En iyi hatırladığın yerden.

8 Şubat 2011 Salı

Dead Man / Jim Jarmusch



Pencereden dışarı bak! Bu sana sandalda olduğun zamanı hatırlatmıyor mu? Ve sonra o gece geç vakitte uzanıp tavana bakıyordun ve kafandaki su çevrendeki manzaradan pek farklı değilken, kendi kendine şöyle demiştin:
Sandal yerinde durduğu halde, nasıl oluyor da manzara akıp gidiyor?


Gözlerini her açışta değişen yüzler. Uzun bir yolculuk. Olması gereken kadar. Kaçmak eskinin etkisinden ki, bu cehenneme gelebilecek kadar, geçmişinden kaçmaya çalışmak. Yabancı her surete bakarken, dönemin insan profilinin tek tek karşınıza çıkması. Eski bir zaman bu. Cafcaflı renklere gerek yok. Conconlu kelimelere de. Her şey olması gereken kadar. Siyah beyaz bu yüzden film. Siyah ve beyaz.
Naif, ürkek, çekingen, kendine güvensiz ve korkuyla adım atmak yeniye. Gözlerde görünen tek şey, yeni adımlarla, bilinmezlik. Hayatın ne sunacağını bilmeden adım atmak/bakmak.
William Blake, muhasebeci olarak geldiği bu yerde işsiz kalır, yerine çoktan biri alınmıştır. Tekin olmayan dünyada tek başınadır artık. Sonra birden değişir her şey, beklenmeyen bir biçimde. Anlamsız bir şekilde hatta, kağıttan güller yerlere/çamurlar içine savrulur, gökten bir yıldız kayar, bir at uzaklara koşar... Hayat artık eskisi gibi değildir, tek gecede yeniden yazılır sayfaları kaderinizin.
Şuraya, kalbinin hemen yanına, beyaz adamın metal parçası girmiş. Kesip çıkartmaya çalıştım ama çok derinde. Bıçak onun yerine kalbine saplanabilirdi. O zaman da ruhun içinden uçup giderdi. Allah’ın cezası aptal beyaz adam!
Ve ilk dramatik düğümü atılır filmin. Beyaz adamın metal parçası yürektedir ve ruhun uçuşu gerçekleştiğinde ancak oradan çıkacaktır.
William Blake’in peşine üç katil gönderilir, hatası birini öldürmek değil, bölgenin para babasının oğlunu öldürmektir, kendisini korumaya çalışırken. Bir anda film teatral bir komediye dönüşür bu kısımlarda. Abartılı/teatral jest ve mimiklere eşlik eden dramatik ve absrüd diyaloglarla. Ve evet, dönem filmi değildir, sonradan bakıştır bir döneme. Bu yüzden bu teknik onu dönem filminden ayıran ince bir çizgidir. Don Kişotvari bir hava sezersiniz alttan alta.
Seni öldüren beyaz adamı öldürdün mü?
Ben ölü değilim ki.

1 Şubat 2011 Salı

Franz Kafka, Babaya Mektup



“…beni kıskıvrak yakalayan şeyin, sana dokunması bile gerekmez ya da tersi; senin için masumiyet olan şey, benim için suç olabilir ya da tersi; sende hiçbir etki yaratmayan şey, benim mezarım olabilir.” (s:55)

Kafka’nın Babaya Mektup’u 1919’da yazılmış, yazıldıktan 30 yıl sonra, 1950’lerin başında arkadaşı Max Brod tarafından gün yüzüne çıkmış bir eser. Bir oğul’un babaya söylemek istediği ama söyleyemediği bir iç döküş, kendini ifade etme… Varlığın var’dan çok hiç’e yaklaşmasındaki etmenlerin Kafka tarafından mümkün olduğunca objektif bir üslupla yazıya dökülmüş hali.
Babayı değerlendirirken, onun her hareketini ol’duğu insan olmasının nedeni olarak görme vardır bu mektupta. Bu ol’uşun iki temel nedeni olarak, babasının eğitimini ve kendi itaatkârlığının sonucunu gösterir. Ezik, korkak, silik, zayıf, ürkek, kararsız, huzursuz… bir karakter olarak kendi tahlilini yapan Kafka’nın kaygısızlığa ve soğukluğa yönelmesinin ardındaki asıl neden, Baba korkusu’dur.
Sadece ruhsal özellikleriyle değil, fiziksel özellikleriyle de(s:18-19) oğlunu ezen bir babadan duyulan korku. Çocuk Kafka’nın bu korkusuyla Kafka, dünyasını üçe böler: “benim, yani kölenin, yalnızca benim için icat edilmiş ve üstelik bilmediğim bir nedenle asla tümüyle yerine getiremediğim yasaların boyunduruğu altında yaşadığım bölüm, sonra senin, yöneterek, emirler yağdırarak ve bunlara uyulmadığında öfkelenerek yaşadığın ve benimkinden alabildiğine uzak bir ikinci dünya ve nihayet tüm diğer insanların, emirler ve itaatten bağımsız, mutlu yaşadıkları üçüncü bir dünya.” (s:22-23)
Baba korkusunu yenmenin çözümü: Kaçış.