26 Ocak 2011 Çarşamba

irade icat olunmadan

         Bir sınır olmalı Dünya’da. Önümüze koyulmalı ve aşamamalıyız o sınırı. Aşılmaz duvarlar, parçalanamaz tuğlalar olmalı. Yüce dağlar, ulu okyanuslar, derin uçurumlar ve hatta çalışkan kara delikler olmalı belki de. –ki biz o sınıra yaklaşmaktan bile korkalım- Mesela sınır dediğiniz; ozon gibi olmamalı deodorantlara ve modern çağ dumanlarına yenilmemeli, sağlam olmalı. Hiç yıkılmayacak feodal bir krallığın kalesi gibi olmalı, sınır. Ama Fransız Devrimi hiç yapılmamalı.
         Diyorlar ki; “insanın şahsi sınırı ve sınırlayıcısı iradedir.”  Lütfen birisi bana bunun yanlış bilgi olduğunu söylesin, zira irade dediğiniz bir karışlık yükseklik. Atladım ve bitti. Bir karış sonrası… ah o bir karış sonrası… Yeni doğmuş bir tay bile ilk adımında aşabilir o irade dediğiniz sınırımsıyı. Bana lazım olan sınır, şampiyon atların bile aşamayacağı engeller gibidir. Önüne kadar dolu dizgin koştuğumda, zıplayamayacağımı anlayıp geri durmalıyım, en az üç geri adım atmalıyım, korkmalıyım ondan. Sizin irade dediğiniz bana bunu sağlayabilir mi? -Hayır.-
Ha ille insani sınırlar iradedir diyorsanız da, bence anlaşabiliriz. Mesela, doğal felaketlere maruz bırakalım onu, depremler olsun altında, fay yarıkları oluşsun, kıta plakaları tam irade ile benim aramda kırılsın, iradeyle benliğimin arası öyle açılsın ki, Süpermen’in olmadığı bir Dünya’da Büyük Kanyon’dan atlayarak geçmeyi planlayan bir sütçü beygirine döneyim.
Tam da “Tamam, bu şartları sağlıyorsak kabul ediyorum, irade, insana yeterli olan biricik sınırdır” diyecektim ki; başka bir sorun aklıma geldi. Bunları konuşmak için geç kaldık. Şimdi zamanı sıfırlayalım ve yakınlaşmaların, yaşanmışlıkların, sürekli hortlayan geçmişe dair kötü anıların, gururun, onurun, aşkların ve ayrılıkların icat olunmadığı yeni bir zamanda kendimize, yeni irademizi üretelim. –mümkünse-
İrade, her insanın sınıfta kalacağı, başarısız, proje ödevidir muhteremler, yanında getirdiği pişmanlıklar ise geçer not almamızı sağlayacak bütünleme sınavları. Bu yüzdendir ki; “insan, pişman olabildiği kadar insandır.”

 “insan acizdir muhtaçtır çok artistlik yapmamalıdır” 
        -Ah Muhsin Ünlü

17 Ocak 2011 Pazartesi

Galakside Son Bir Kez Otostop Çekmek



“Galaksinin Batı Sarmal kolu’nun bir ucunda, haritası bile çıkarılmamış ücra bir köşede, gözlerden uzak, küçük ve sarı bir güneş vardır. Bir yörüngesinde kabaca yüz kırk sekiz milyon kilometre uzağında, tamamıyla önemsiz ve mavi-yeşil renkli, küçük bir gezegen döner. Gezegenin maymun soyundan gelen canlıları öyle ilkeldir ki dijital kol saatinin hala çok etkileyici bir buluş olduğunu düşünürler. Bu gezegenin şöyle bir sorunu vardır–daha doğrusu eskiden vardı: Üzerinde yaşayan halkın büyük bölümü çoğu zaman mutsuzdu. Bu sorun için pek çok çözüm önerilmişti, ama bunların çoğu genellikle yeşil renkli küçük kağıt parçalarının hareketleriyle ilgiliydi. Bu da tuhaftı, çünkü aslında mutsuz olan  yeşil renkli küçük kağıt parçaları değildi. Bu nedenle sorun varlığını sürdürdü; halkın çoğunun durumu kötüydü ve onların büyük bölümüyse sefildi, dijital kol saatleri olanlar bile. Her şeyden önce, ağaçlardan inmekle büyük bir hata ettiklerini düşünenlerin sayısı gün geçtikçe artıyordu. Bazıları ağaçlara çıkmanın bile yanlış bir hamle olduğunu ve hiç kimsenin okyanuslardan asla ayrılmamış olması gerektiğini düşünüyordu. Sonra adamın birinin, değişiklik olsun diye bundan böyle halka nazik davranmanın ne kadar iyi olacağını dile getirdiği için bir ağaca çivilenmesinden yaklaşık ikibin yıl sonra, bir Perşembe günü Rickmansworth’de küçük bir kafede tek başına oturan bir kız, bunca zamandır ters giden şeyin ne olduğunu birdenbire fark edip en sonunda dünyanın nasıl iyileştirilebileceğini ve mutluluğun hüküm sürdüğü bir yere dönüştürülebileceğini anlamıştı. Bu sefer doğru olanı bulmuştu, bu işe yarayacak ve hiç kimsenin bir yere çivilenmesi gerekmeyecekti. Ama ne yazıktır ki, bir telefon bulup birilerine bundan söz edemeden korkunç, aptal bir felaket meydana geldi ve fikir sonsuza dek yitip gitti.”

15 Ocak 2011 Cumartesi

istanbul, aşk ve gölgeler'den... "Evet, öteki ben değildim, onlardı."

Sesi kadınsı çıkan erkektim ben, çöpten ne bulursa toplayan: yemek artığı, kağıt, kitap, kola kutusu, yırtık şemsiye, eskimiş avize, kırık ampül, çatlak bardak, bitmiş pil, kullanışmış diş fırçası, yamulmuş karton, buruşturulmuş takvim yaprağı, eski fotoğraf, tükenmiş tükenmez kalem, sararmış gazete, bir ucu kopmuş telefon kulaklığı, yaprakları dolmuş ajanda, taşı düşmüş ucuz yüzük,  içinde kırıntıları kalmış cips poşeti, eğrilmiş çatal, paslanmış ucu kesmeyen bıçak ve daha neler neler...
Beni kedileri beslerken görürlerdi, çöpten bulduğum yiyeceklerle. Tuhaf tuhaf bakarlardı bana. Konuştuklarındaysa benimle ilk kez, şaşkın bakışları gözlerime sinerdi. Alışamazlardı sesime. Sesim bana normal geliyordu oysa, alıştığım şeydi, hep benimle olan ve beni terk etmeyen. Her an değişiyordum ben; ama sesim, sanki hiç değişmiyordu. Başkaları için normal değildi. Farklıydı, özürdü, çirkindi. Aşikârdı…
Çöpten topladığım yiyecekleri verdiğim kediler bana hiç farklı davranmazken, onlar hep ötelerdi.  Ben çöpten ekmeğini kazanan, tuhaf, uzak durulması gereken adamdım... Öteki. Yalnızlık tercihim değildi. Yabancılaşmaysa bana biçilen roldü. Uzaklaşan bendim onlardan, evet, ama yabancılaşan ben değildim, onlardı. Öteki ben değildim aslında, öteki onlardı. Her gün farklılık için, farklılığın içinde aynılaşan onlardı. Farklı giyinmek, farklı görünmek, farklı davranmak… aynılıklarının yüzlerine yansıyan aynadaki akisiydim ben. Gördükleri farklılıktan korkan, farklıymış gibi davranan aynılara cevaptım. Attıkları kağıtlardaki her kelimenin okuyucusuydum ben. Okurdum kedilere, attıkları kelimelerini. Kediler dinlerdi, onlar uzak dururdu. Kediler sesime aşinaydı, onlar ötelerdi. Kediler peşimden ayrılmazdı, onlar yanımda durmaktan korkardı. Benim öykümü kediler bilirdi, onlar hiç duymamıştı. Ben sadece, sesi kadınsı çıkan, çöpten ne bulursa toplayan, pejmürde görünüşlü adamdım... Kedileri beslerkenki mutluluğumu anlayamazlardı bile. Mutluluk onların uzak ülkesiydi, asla varamayacakları, varmaya yaklaştıklarında parçaladıkları, tuz-buz edip yerlere saçtıkları… bense onların saçtıkları her şeyi toplayan ve değerlendirendim.
Ben onlar için sadece, sesi kadınsı çıkan, çöpten ne bulursa toplayan, pejmürde görünüşlü , kara kuru bir adamdım...
Oturdukları lokantalardan bana bakarak, -camekânın ardından birkaç saniye göz attıktan sonra- yanındakilere,  ne tuhaf adam diye parmaklarıyla beni işaret ederlerdi , ağızlarında kaç paralık etlerle… Elimdeki ekmek parçalarına hiç dikkat etmediler, et artıklarına, patates kızartmalarına… onlardan kalanlardı. Geride bıraktıklarına bakamayacak kadar körlerdi, yanındakinin sesini dinleyemeyecek kadar sağırlardı… ne görüyorlardı, ne de duyuyor…
Onlar kelimelerini ve kitaplarını çöpe atanlardı, kendilerine saygı duymayan ve saygıyı aynı'lıkla ölçen. Kendini çöpe atan, çöpten kendini toplayanı anlayabilir mi?

Evet, öteki ben değildim, onlardı.

Ben sadece, sesi kadınsı çıkan, çöpten ne bulursa toplayan, pejmürde görünüşlü , kara kuru, sessiz  bir adamdım; öyküsünü bir tek kedilerin dinlediği...
15/1/2011 02:07
SNB

5 Ocak 2011 Çarşamba

ÇEHAR-I BÂB-I ADAB-I HAŞERAT…






“Böyle dedim -ve bir gün, çayıma şeker koymayı unutarak, romanıma başladım.”[1] dedi GregorumSamsam ve başladı yalanlarını kurgulamaya... sonra, kurgusuna beni de dahil etti.

Adını Dostoyevsky’den etkilenen Karga’dan, pardon, Kafka’dan[2] alan, ikinci dereceden etkilenme yaşayan ve bloğunun big-brother’ı[3] olmaya hevesdâr bu zât-ı can, bir gün şöyle dedi:


“Sana bir iş teklifim var.”

Devir fırsatların üstüne atlama ve kısa yoldan şöhret olma devri efendim, ben de atladım bu cazip teklifin üstüne tabii. Bakmadım yaşıma, başıma, bloğuma… Madem dedim teklif can’dan, kim kıyar canına, cananı can için seven[4] şairmeşrebiz lügâtte, kabul ettim. Aslında bloglarının yaş ortalamasını bayağı yukarı çekeceğimi düşünüp, acaba kabul etmese miydim, diyebilirdim, lakin demedim. Madem mesele, yazmak ya da yazmamak; hem zati “…bence bir…”[5] de diyemeyeceğim için, başladım yazmaya…

Zaten köfte ve kurabiye borcum var, bu arada çaylar da zât-ı can’dan -bunu da hemen buraya çizittirivereyim ki resmileşsin-; istenen kelamsa, kelam adı altında dostlarla muhabbet meclisinde iki lakırdı etmekse, amenna efendim ve sadakna.

Ya ikinci kapı… İçte umman dışta durgun mavilik...  dipteki fırtınalarsa şiddetli...  Zamanla keşfederiz, eyvallah.