Büyük kapatılmalar toplumların kendi vicdanlarından kaçışlarını mümkün kılan acil çıkış kapılarıdır. Sokakları korkulardan temizlemek, korkulanın, rahatsız edenin, zihni zorlayanın görüntüsünden kurtulmak ruhu suni bir huzura kavuşturur. Deliler, cüzzamlılar, dilenciler… Ama değişmeyen tekerrür her büyük kapatılmanın sonunda kendini imha edip sokağa yeniden boşaldığıdır.
Aynı sebeplerle olmasa da, bir zaman sokaktan zorla alınmış, evcilleştirilmek istenmiş, hem muhalifliğinin hem taraflığının sınırları belirlenmeye yeltenilmiş, bağırdığı zaman çıkacak sesin ulaşabileceği uzaklık belirgin bir setle bölünmüş bir başka sokak çocuğu da sanattır. Uzunca bir müddet duvarlar arasına; galerilere, sinema ve tiyatrolara, sergi ve opera salonlarına kapatılmış, sokakla arasına elitist bir duvar örülmek istenmişse de, sanat bu kapatılmaya direnmiş, kendisine öngörülen evcil muhalefet salahiyetini reddetmiş ve kendini tekrar sokağa atmıştır.
Sanat artık bizi sokakta yakalıyor. Kendisini zamanında sokaktan alan o idealize edilmiş modern topluma olan öfkesini her köşe başında çekinmeden kusuyor, ne kadar korkarsa bu dışavurumdan, o kadar şiddetli yakalanıyor insan sokağa. Sokak başlarını sanat tutuyor artık zira.
Çay bazen babadır. Babası mahalleli olanlar iyi bilir; babayla beraber çay ocağına gidildiğinde, baba çay içer, çocuk oralet. Evde çocuk da muhakkak çay içiyordur ama o dışarıdaki ortamda çay aniden babacanlaşır, oraletin omuzuna elini koyar.
Çay çoğu zaman muhabbettir ahretliğim. Onu yudumlarken hayatı da çeker insan içine, diline vurur bu hayat doygunluğu. Hele bir de çorlulu ali paşaya gidip, Uğur’a 2 çay bir el-fakr nargile söyleyip muhabbete kurulduğun vakit; cümlelerin birbiri ile mukabelesi hiç bitmez. Muhabbet öyle kıvamlanır, öyle derinleşir ki, taş atsan sesi gelmez.
Çay sadece bir içecek değildir, bilirsiniz. Her alanın, nevi şahsına münhasır kendine ait çayı vardır. Mesela, oyun dünyasının çayı; tavladır. İki kişi oynandığı için hızlı oyna diyip sürekli dürten birileri olmaz, dingindir. İki el arasında 15 dakika muhabbet molası verildiği bile vaki olmuştur zira amaç; oyun oynamak veya yenişmek değil, muhabbete meyil vermek, el oyalamaktır.
Çay keyiftir, çay hayaldir azizim. Eminönü’nden vapura binip karşıya geçerken, çayını alır, gevrek simidini katık edersin, bir tarafta sur içi, bir tarafta kız kulesi. Deniz havası çaya ayrı bir tat katar. İnsanlar martılara attıkları simitlerdeki cömertliklerini bile, çaydan aldıkları sarhoşluk hissine borçludurlar. O keyfi, gurmelerin göz bebeği aşçıların çalıştığı lüks mekanlar bile veremez. Yanlış anlaşılmasın; bu bir züğürt tesellisi değil, sadece salt bir meşkkeşlik.
Çay, içinde içildiği materyalin fiziki koşuluyla da mutlak ilgi odağımdır kıymetlim. Şu şarttır ki: çay ince belli bardakta içilir. Bazı edebi eserlerde, çayın bu özelliği hanımlara itaf edilmiştir. Bir erkek olarak mutlak ilgi odağımın en makbül özelliği ile bir çaykolik olarak bana en güzel tadma lüksünü veren bardağın en önemli özelliğinin aynı olmasının, beni ne kadar mesud ettiğini anlatmam mümkün değil. Ayrıca bu durum, çok maskülen bir ifade gibi durmuş olabilir ama bilakis, genel güzelliklere dair bir tespittir. Çünkü hanımlar divan edebiyatında cins-i latif olarak tasvir edilir yani; güzel cins. Cins-i latiflerin, en latif olan özelliklerinden birinin çayla olan bu kadim bağlantısı, hayatın genel güzelliklerine olan ilahi bir göndermedir bence.
Benim nazarımda şu açıktır ki: “Çay, kahveyi döver…”. Bu fikrimde ne kahvenin asabiyet yapıp ağız tadını bozmasının, ne de çayın rahatlatıcı, mayıştırıcı etkisi ile ağızda bıraktığı hoş tadın bir alakası yoktur. Benim ki tamamen “duygusal”.
Duygusallık derken, kültürel durumlarından doğan en direkt serbest vuruşla söylüyorum bunu. Her kim ki; misafirlerini ‘kahve’ye davet ederse: “sadece yarım saat konuşalım, yorma beni, az dur sonra git!” demiş olur zira kahve, üst üste en fazla 2 bardak içilebilir (onlar da psikopat içicilerdir.), süresi takriben yarım saat sürer, verdiği mesaj açıktır. Buna karşın, çayda semaver veya demlik kültürü vardır (sallama çayları kuru fasülyeden sayıp, top bile atmıyorum, bu böyle biline.) Her kim ki; misafirlerini ‘çay’a davet ederse: “gel ne olursan ol yine gel. Gel, otur, saatlerce de gitme, ‘muhabbet’ edelim uzuuun uzuuun.” demiş olur.
Bu konuyla ilgili “kahve ile sohbet, çay ile muhabbet edilir” mottomu faizi ile çok severim. Konusunu güzelliklerden alan sohbetin olduğu yerde, muhabbet, muhabbetin olduğu yerde, muhabbetin kalbi ve resmi içecek sponsoru olan çay vardır.
Ayrıca çay saftır, şeffaftır, içi dışı birdir, açık sözlüdür, ince belli cam bardakta, görerek içilir. Kahve ise biraz hindir, ketumdur, içten pazarlıklıdır, porselen kupa bardakda veya fincanda görmeden içilir.
Ve çok sevdiğim bir diğer mottomla bu yazıyı sonlandırıyorum: “hem çay olduk, hem çayhane, hemdemliğimiz baki olsun ki; kıvamımız olsun şahane.”
Geçenlerde Çukur Cuma taraflarında bir antikacının tam karşısındaki banka oturmuştum. Dükkanın önünde devrik duran uzun, ince, siyah bir masa ve onun arkasından geçen siyah takım elbiseli bir amca –hatta dede- bana “la linea”yı hatırlattı. Masayla aynı renkte olan takımından dolayı masayla bir gözükmesi yetmiyormuş gibi, eş zamanlı olarak; yukarıda ki, çiçeklerini sularken, aşşağıya su sıçratan kadına söyleniyordu. Dişleri olmadığı için, ne dediğini anlayamadığım bu amcanın sözleri bana “abaragandi aborogondi pfff” gibi geldi. O an hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçti geyikleri gerçek oldu benim için. Rahmetli Cenk Koray’ı ve TRT’deki tele kutu programında aralara giren “bay meraklı”yı saniyede 24 kare vurarak gördüm. Nostalji, yine aldı beni benden.
“La Linea”yı ilk olarak, 1969’da Osvaldo Cavandoli kıytırıktan bir reklam için çizmiştir. Bu reklam çok beğenilince, bir tv dizisine dönüştürüldü ve kullandığı ortak dil sayesinde, ünü tüm dünyayı sardı. Ona biz “Bay Meraklı” dedik. Amerikalılar “line man”, ingilizmer “mr. Line” dedi. Diğer ülkeler de, "balou", "linus på linjen" (linus on the line), "zlosniczek", "menó; manó" , "mar kav" ve "streken” diyenler bile oldu ama o hep aynı anlamsız şeyleri söyledi: “zibilirineyübhü abaragandi aborogondi pfff”. Loney tunes’un sıkça kullandığı çizer elinin filme müdahale etmesi olayının atasıdır, bu huysuz animasyon. Ruh haline göre değişen fon rengi ise, 80’lerin TRT’sinde, siyah beyaz televizyonlarda pek fark edilememişse olmasına karşın, çoğu insan için büyüleyici olmuştur. Bay Meraklı’nın, dünyanın en sevilmiş “tribal atar”cısı olarak tarihe geçmesi kuvvetle muhtemeldir. Bunun sebebi; her şeye atar yapabilen bu animasyonun, çoğu kişi tarafından adının unutlmasını veya hiç öğrenilememiş olmasını hiç takmadan, atar yapmadan; yıllardır hala bizi güldürmesi saygımızı hak etmesine yeterli bir sebepdir bence.
Aşağıda okuyacağınız yazı benim muhterem dostum, kardeşim, ahretliğim ve bu blogun insandan kaçan hümanist rumuzlu yazarı olan Bilal Habeş ile benim aramdaki farkları konu alacaktır. Aslında, burada geçecek olan “ben” ve “o”ların hepsi, belki de “sen” ve başka bir “o”dur yani bu yazı bizim üzerimizden genel bir dostluk bakışıdır.
O, fiziken noktadır. Ben ise virgül.
Onun sözleri hep noktadır, söyler ve cümleyi bitirir. Benim sözlerim ise hep virgüldür, sakız gibi uzadıkça uzar.
O, bir ortamdaki kadıdır. Ben ise soytarı.
O, asosyaldir. Ben ise onun sosyallik istihkakını bile yiyebilen bir sosyal oburum.
O, yalnız başına bir çatı katında gayet mutludur. Ben ise şimdiki zamanlı ve gelecek zamanlı bütün fiillerde yalnız kalmaktan korktuğum için ancak kalabalıkda huzurlu olabilirim.
O, çayı tek şekerle içer, orada bile yalnızdır. Ben ise konu çayken bile tekilliğe dayanamam, 2 şeker atarım.
O, müslümcüdür. Ben ise gayri müslümcü.
O, ihtiyacı olan şeyi aramayı sever, katkılara kapalıdır. Benim için ise mühim olan ulaşmaktır. Nasıl elde ettiğimi önemsemem.
O, kitapçıya gider raflardan kitap seçer alır. Ben ise kitapçılara giderim raflardan kitap seçerim, sonra gidip onun rafından alırım o kitapları.
O, buluşmadan önce telefonla araştığımızda, konuşmaya başlarsa “ne istiyorsun? ne getireyim?” veya “şunu getiriyorum haberin olsun” der. Ben ise, eğer konuşmaya ilk başlarsam “naber? nasılsın?” derim.
O, benim aklımda tutamadığım isimlerimdir. Ben ise onun yapamadığı hesaplarıyım.
O, sözel kafalıdır ama ağzı söz yapmaz, suskundur. Ben ise sayısal kafalıyımdır ama ağzım hep söz örer, gevezeyimdir.
O, gaddardır, insanları rahatça hayatından silebilir. Ben ise pragmatisttim elbet lazım olurlar diye el altında tutarım.
O, nargileyi her defasında yakar. Ben ise hep geri açarım.
O, evveldir. Ben, ahirim.
Bazı arkadaşlar vardır önce, kardeş olurlar. Sonra, ahiret’e kadar yoldaş olur, ahretlik olurlar. Ahretliğime saygılarımla…
Bilhassa, son zamanlarda dikkatimi çeken bir şey var; uhrevi, tasavvufi eksende en çok dinlediğim 2 eserin, en çok dilime dolanan kısımları ortak bir kavramda buluşuyorlar: “uyanmak”
“Ah nice bir uyursun uyanmaz mısın
Göçtü kervan kaldık dağlar başında ” dinle
“uyan ey gözlerim gafletten uyan
uyan ey uykusu çok gozlerim uyan ” dinle
Uyanmak metafor olarak çok kullanılmış bir kavramdır aslında. Göz uyur, gönül uyur, dost uyur, su uyur, hatta düşman bile uyur ama marifet uyumakta değil uyanmaktadır azizim. Bence bilim adamları yanılıyorlar; insan, düşünen hayvan değildir. İnsan, kalben ve aklen uyanabilen hayvandır.
Uyanmak üzerine bu kadar fikri antrenman yapmamın sebebi muhtemelen, yakın dönemlerdeki şahsi eksikliklerimin, yoksunluklarımın, hissi yoksulluklarımın ve ihmallerimin artmasıdır. Gerçi bunlar, safi bana ait sorunsallar değil. Modern çağın, beşeriyete dayattığı, yağlı ilmeğini bulduğu ilk boğumda sıktığı rutin mağlubiyetler bunlar.
Bir fare vardı. Öldü. Kıssasındaki hissesi bana kaldı.
***
Sene yanlış hatırlamıyorsam 1975’di. İstanbul’daki ilk senemizdi, oturduğumuz o evi hala unutamam. Mevzu bahis olan, Balat’taki evimizin en güzel tarifini, yerleşmemizden 13 yıl sonra 1988’de Barış Manço, sakız hanım ile mahur bey şarkısında, “Çocukluğumun geçtiği o eski mahallede / Aşı boyalı ahşap, eski bir evde otururlardı / Sakız Hanım‘la Mahur bey” sözleriyle yapıcaktı. Kapısından içeri girildiğinde, yemek kokusuyla, banyo-tuvalet kokularının sentez triosunun karşılaması çok alışılageldik olmasa da, bu durum türk misafirperverliğinin farklı bir versiyonu olarak da kabul edilebilirdi. O evi bu kadar sevmemde ahşap olmasının payı çok büyüktür. Ahşap bir merdivenden çıkarken veya zeminde yürürken, ayağımdaki her kemiğimin zemini, ayrı ayrı hareketlerle taradığını hissedebilmek, hele o, her basınçta çıkan gıcırtılar ve bazı zamanlardaki gacırtılar hayatta olan ve tepki veren bir evde yaşadığımı hissettirir bana. Evimizin üst katına çıkıldığında merdivenlerin bitimine yakın, oturma odasının eski kapısı yavaşça doğmaya başlar kadraja. Korkulukların bitiminden sağa doğru dönüldüğünde, iki küçük yatak odası görünür, solda. Çoğu zaman, ablamlarla ortak kullandığımız, üst katın en dibindeki odamıza giderken, mesafe yeterli olsamasına rağmen, sırf işlemeli korkulukları bırakmamak için kenardan yürürdüm, annemin “düşüceksin eşşek sıpası” çığlıklarına inat.
Odamızda 3 ablam ve bir fareyle birlikte kalıyordum. En iyi oda arkadaşımsa tahmin edilebileceği üzere, fareydi. Ablamlar, kendisini hiç sevmezlerdi ama peynirini eksik etmedikçe, onlardan daha uyumlu bir oda arkadaşı olduğunu asla anlayamadılar. Ben onun adını “fare” koydum, bir varlığa, bir ismi ancak bu kadar yakışabilirdi. Hergün aynı oyunu oynardık “fare” ile. Ben ona yemeğini verirdim. Karnı doyunca, ablamlar veya annem gelinceye kadar, omzumdan parmaklarıma voltalar atıp, tvist oynardı. Ablamlar onu görüp çığlık attığındaysa, tahtaların arasındaki boşluklardan önce iki odanın ortak kullandığı, bir sandalyelik genişlikteki üstü açık cumbaya geçer, oradan da annemlerin yatak odasındaki gizli tünelinden, kilere dikey geçiş yapardı. Çok iyi bir arkadaştı çook…
Galiba, öncelikle “obur dünyanın yediği kıymetlilerimiz” konseptini açıklamam lazım. Malumunuzdur ki; aşağıda da hatırlatacağım Cem Karaca şarkısının adıdır, “obur dünya”. Ben de bu başlık altında, şahsi kanaatimce çok değerli bulduğum merhum sanatçıları yazmaya çalışacağım.
Obur dünyanın yediği, binlercesinin arasından benim ilk söz konusu edeceğim kıymetlimiz, lakabı “torba ağız” olan (lakabın faili için bkz: vesikalıklarının %50’sini kaplayan ağzı), 20. yüzyılın en çok tanınan jazzcısı, Louis Daniel Armstrong olucak.
New Orleans’a, Amerika’nın, Urfa’sı demek, kanaatimce yanlış olmaz. Zira o sokaklarda aynı akıbeti yaşamış bir sürü efsane vardır. Nedendir bilinmez, bir çoğunluğu babası tarafından terk edilmiş ve büyük anneleri tarafından büyütülmüştür, bu sokakların çocukları. Louis de bu talihsiz gençlerden biriymiş. Muhterem torba ağız, babası tarafından terk edilince, annesi tarafından babaannesine bırakılmış. İlerleyen yıllarda, maddi sıkıntılardan dolayı, onun müziğe aşık olmasında büyük katkısı da olan, barlarda garsonluk işi yapmış. Kendi küçük gettosunda, trompet çalıp yükselme çabalarındayken, “King” Oliver’la tanışması ve onun himayesine girmesi bütün hayatını değiştiriyor. “King” Oliver’ın gurubuyla, 1920’lerin caz merkezi Chicago’ya gidiyor ve büyük bir yükselişin ardından ustasından ayrılıp solo kariyerine ve gurup liderliklerine başlıyor. İlerleyen zamanlar, tahmin edileceği üzere, ölümünden bir gün öncesine kadar hiç düşmeyen bir tempoyla ve hep yükselen bir başarı grafiğiyle devam ediyor.
Bu torba ağızlı şeker adam, benim nezdimde hep Adile Naşit, Hulusi Kentmen ve Vahi Öz katındadır. Aslında, TRT sanatçılarını andıran bir stilinin olduğu da söylenebilir. Ne kadar acıklı şarkılar söylerse söylesin, seyirciye veya kameraya baktığında hep yüzü güler bu koca gönüllü adamın. 32 dişinin 70 yaşına kadar eksiksiz kaldığını bize, görsel testlerle göstermekten de geri kalmamıştır, bu muhterem. Biz görememiş olsakta bu zat-ı şahanenin konserlerdeki trompet soloları dadundan yenmezmiş. Bilginize…
Ve ne yazık ki, 1971’de Obur dünya onu şahsi orkestrasına yuttu.
Benim saygı skalamda, bir müzik gurubunda hep bas gitaristler, futboldaysa kaleciler en büyük yeri kaplarlar. Bu iki tip adamların ortak özelliği; kalabalık bir zümrenin, arkasındaki dikkat çekmeyen, kalender üyeleri olmalarıdır.
Özellikle kaleciliğin, küçüklükten gelen bir yanlış anlaşılmışlığıyla başlar, bu zümrenin “saygı değer” hitabını alması. Mahalle maçlarında koşamayan, en kötü oynayan veya yaşı küçük olan veletler kaleye geçirilirler. Şayet, öyle bir “kötü” oyuncu yoksa, her gol yendiğinde kaleci değişir, hatta sırf kaleden çıkmak için kasten gol yiyen zat-ı sıfırın altında muhteremlerin bile görüldüğü vaki olmuştur. Öte yandan, iş profesyonel futbol’a gelince kaleciler takımın arkasını toplayan, en güveniliri, genel olarak en olgunlarıdırlar. Hep rakip takım atak yaparken, yüzü onlara dönüktür, ataklara göğüs gererler. Kendi takımları atak yaparken ise, onları uğurlayıp, arkarından su döküp, el sallarlar. Takımının yediği her gol onların üzerine binen ruh yükü olurken, kendi takımı gol attığında ise ne ona teşekkür eden olur, ne de adı anılır taraftarlarca. Kendi takımının sayısına sahanın öbür ucunda tek başına sevinen kalender adamlardır kaleciler. Forması bile farklıdır. Diğer 10 oyuncu bir örnek giyerken, onlar farklı formalar giyerler. Bu farklılıklarına rağmen takım oyuncusu olmayı becerirler, “ben marjinalim, siz sefil sıradan oyuncularla aynı kıyafeti giymem” havalarına girmezler, onlar gibi davranıp takımın bir parçası olmayı başarabilirler. Sokak futboluyla, profesyonel futbol arasındaki bu değerlilik farkı, kalecilerin saygıya faizi ile şayan adamlar olmalarını sağlar.
Nerede, küçük yaşta kaleciliğe başlayıp, usanmadan, karizma derdine düşmeden, büyüyüp profesyonel kaleci olabilmiş birisi varsa, orada süper bir insan vardır.
Hani böyle sıcak havada, klimalı otobüse binersin de o serinliğe alışmana mükabil, otobüsten inince "laakk" diye sıcak hava duvarına çarparsın ve kuyruğunu kovalayan köpekler gibi geri otobüse girme isteğiyle arkana döndüğünde, kapının kapanmış, seninse çok geç kalmış olduğunu fark edersin ya, işte öyle üzülüyorum; bu pandaların iktidarsızlığından doğan en direkt serbest vuruşun golü olan nesillerinin tükenmesi sorunsalına.
Pandaların dünya üzerindeki nüfusu 1600 kadar, yani; bu yanakları mıncıralası hayvanların nüfusu, sempatik olmak için onun silüetini logo veya reklam görseli olarak kullanan şirket sayısından daha az. Tabi ki ben bu yazıyı pandaların tembelliklerinin üzerinden, iktidarsızlıklarıyla dalga geçmek için yazmıyorum. Nüfus azlığının ne menem bir şey olduğunu bana fark ettirdiklerine, teşekkür etmek amaçlı yazıyorum. Ne zaman dünyanın her hangi bir yerinde bir panda doğsa, beşeriyetin içi huzur dolar, saçma sapan bir gülümseme çöreklenir suratlara, meraklar yönelir yeni doğmuş pandaya. İsimler konulur ona, hatta Türkiye’de adının sonuna –cik –cık eki konur, Brezilya’da –inho. Ya kediler, köpekler ve atlar gibi nüfuslu, güzel ve şirin olsalardı veya damla balığı, yıldız burunlu köstebek veya aye aye gibi çirkin hayvanlar olsalardı kimse iplemeyecekdi onları.Doğurdu mu? Öldümü kaldı mı? tey tey tey...
Demek ki; Bulunmaz hint kumaşı sendromu sadece insanlarda değil hayvanlarda da oluyormuş, ilgi ve sevgi üzerinde olunca şımarıp, iş savsaklamak yaratılanların doğasında varmış.
Rahat bırakın şu hayvanları artık! Çiftleşsinler diye gözlerinin içine bakınca şımarmalarına artı olarak, belki de utanıyorlardır. Dön arkanı çekik gözlü hanım teyze. Edep ya hu!
Narin bir ruh, mütemadiyen intihara meyilli bir bünye ve daha nice psikolojik anomalilerle tanımlayabiliriz onu ama ben bunun yerine şu tanımı tercih ediyorum; ben her zaman, insanlara hüznün yakıştığını fakat gam ve kederin insanda eğreti durduğunu düşünmüşümdür. İşte dünya üzerinde belki de gam ve kederin yakıştığı tek insan, insan olmaya çalışan bir şair: Sylvia Plath.
Onun acısıyla bertaraf olmak bile zevk verir bazen okuruna, çünkü herkes bilir ki; bahsi geçen her hisler Sylvia’nın iliklerine kadar işlemiş safi acılardır.
Aynı zamanda ilk eseri olan ve 8 yaşındayken vefat eden babasının ardından yazdığı şiiriyle ilk belirtilerini gösteren ve onu hayatı boyunca yalnız bırakmayan manik-depresifliği bir yanda, yıllarca evdeki hegomonyası, diktası, ilgisizliği ve çapkınlıklarıyla onu kahretmesi yetmiyormuş gibi, mesleki açıdan da yalpa yaptıran kendisi de bir şair olan kocası Ted Hughes’ın yaptıkları diğer yanda Sylvia’nın muhtaç olduğu ham maddeyi ona sağlıyorlardı.
Sylvia, “zihinden çıkış yolu var mı?” sözüyle de anlattığı gibi, gerçekle kurguyu ayırt edemeyecek kadar zihninde kaybolmuş bir yazardır. Yaşadığı çevreye ayak uyduramadığını düşünüp etrafına yabancılaşması, onu daha da kendi içine yöneltip, onu metastaza da zorlamıştır yani o da bir Gregor Samsa’dır aslında.
Yaklaşık 30 yıllık, kısa hayatında daima ölüm ve karanlık hislerle ilgili üretimler yaptığı için çoğu kişi, bundan zevk aldığını düşünür veya ölümü kutsadığını düşünür ama az kişi fark etmiştir ki aslında durum tam tersidir. Belki; “Gözlerimi kapadığımda tüm Dünya ölüyor, gözlerimi açtığımda yeniden doğuyor” sözündeki düşüncesi yüzünden çok az uyuyordu yani aslında ölümden korkuyordu. Zaten “neden yazıyorsun?” sorusuna verdiği yanıtta bu savı doğrular niteliktedir, “yazıyorum çünkü; içimde susturamadığım bir ses var” korkusunun sesi. Evet bazıları için buna inanmak zor olabilir. Onun ruhsal buhranlarının varlığı, fiziksel ve yazısal olarak ölümün hep kıyılarında dolaşmış olması bu yanlış intibanın mazereti olabilir. Hatta bence çok uçuk da olsa, sylvia’nın ölüm korkusuna bir kanıt da, ölüm gelmesin diye onun erkenden ölüme gitmesidir. Gerçi onun intihara meyyalinin lanet veya kalıtımsal bir sorun olduğu da sıkça akla gelebilir, malum yıllar sonra oğlu da kollarını açıp, ölüm gelmeden, ölüme koşmuştu. Bu bir miras, ancak müthiş bir şairin, marjinal bir annenin çocuğuna bırakabileceği türden kötü bir miras.
Öncelike şunu söylemek zorundayım; biz insanlar içimize üflenmiş ruhla beraber gelen, hissetme, kannat kullanma ve saçmalama gibi insani özelliklerimizi bir kenara bırakırsak, “hepimiz hayvanız!”. Özellikle şuursuzlaştığımız anlarda, yani 'insan mantığımızı' kullanım dışı bıraktığımız anlarda, hayvan reflekslerine ve iç güdülerine sahibiz. Şüphesiz ki; hayvani ve insani özellerimizin rot-balans ayarlarının sağlam olması sürüş zevki açısından şarttır.
Modern çağın yaşken eğdiği biz insanların, eğilen bükülen, yanında kuru olmadan bile yanan iç güdülerimizden bir tanesi de şiddete olan eğilimimizdir. Bahsi geçen modern çağın yan etkilerinden biri de işte bu noktada ortaya çıkıyor. Bu tırnak içerisinde modern zımbırtısı, yaşayanlarını şiddet parametresiyle “pısanlar” ve “pıstıranlar” olarak 2 katagoriye ayırır.
Ağız tadıyla bayram bile kutlayamaz olduk. Söylemler, görüşler artık o kadar şuursuz hal aldı ki insanlar artık düşünmeden konuşur oldular. İnanmayabilirsin, özgür iradedir kimse bişey diyemez lakin bu insana bayramı küçümseme yahut farklı kalıplara indirme hakkıda vermez. Bayramlar tebriklerinde referandum mesajı vermekse bence nezaketsizliktir. Yıllardır tutulduğumuz iğnenin batan ucuna bakma hastılığı burda da nüksetmiş. Ramazan ( ne kadar amacından saptırıp şeker diyenlerde olsa'' dini bir bayramdır ve buna siyaset karıştırmak, siyasete din karıştırmak ile aynı kefededir benim gözümde. Neyse daha fazla uzatıp bir de ben bu bayram günü laf kalabalığı etmeyim. Büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden öper herkesin bayramını kutlarım. Bayram şekeri tadında da Yunusdan bir gazel yazıyım.Yunusun da dediği gibi bizi de bilen vardır inşallah.
Yar yüreğim yar, gör ki neler var
Şu halk içinde bize de gülen var
Ko gülen gülsün, hak bizim olsun
Nadan ne bilsin, bizide bilen var
Bu yol ıraktır menzili çoktur
Geçidi yoktur, derin sular var
Girdik bu yola Aşk ile bile
Gurbetlik ile bizi salar var
Her kim merdane, gelsin meydane
Kalmasın cana kimde hüner var
Yunus sen bunda meydan isteme
Meydan içinde merdaneler var
Hazırlıklar, tanışmalar, kaynaşmalar, yerleşmeler, provalar ve repertuar bitmiş, ünlü modacı Nur Yargıcı’ya hazırlatılmış yere kadar uzanan, siyah tek parça sahne elbisesi henüz gelmişti. Hazırlıklar tek husus hariç bitmiş gibiydi. Velvet Zela kendinden önce sahneye çıkacak olan komedyenin: “muhterem konuklar… işte karşınızdaaa Hüsn-ü Niyet kahvesinin yeni assolisti, narin, nazenin kuğumuz Vuvuuu Zelaaa…” diyerek kendisini takdim edeceği, alt kattaki esas sahneyi hala görmemişti (daha sonra öğrenecekti ki kasten uzak tutuluyordu oradan. Raci bey sürprizleri seviyordu!)
Velvet’in asistanı ve makyözü İvediye Boyacı, kendine olan güvensizliğinin sesine yansımasıyla “Velvet hanım, sahneye çıkmanıza 2 saat var hazırlanmaya başlasanız iyi olur bence . Tabi siz isterseniz kem küm…” diye belli belirsiz vızıldadı. Velvet ise tam tersi bir özgüven ve sıcaklıkla “İvediye ablacığıım, lütfen bırakalım bu resmiyeti sende yakınım sayılırsın artık, sen de bana Vuvu diyebilirsin. Hazırlıklara gelincee” bir anlık ense karartma işlemine mukabelen sözüne devam etti “neye? Nasıl hazırlanacağım ki. Daha çıkacağım sahneyi bile görmedim. Heyecanımı körükleyen nur topu gibi bir merakım oldu!” dedi.
[sahne zamanı]
Saatler on’a on kalayı gösterirken, Vuvu, arka merdivenlerden sahneyi görmeden aşağıya, kulise indirildi. İyiden iyiye işkilleniyordu ve bu durum sakin Velvet’i hırçınlaştırıyordu. Öyle ki sahne öncesi şans dilemeye gelen patron Raci beye bile çatabildi. Neyse ki, Raci bey neyzen fıtratlı bir elektro gitaristti, halden anlayıp sabır gösterdi.
İçerinin sesleri kulisten de duyuluyordu. Gelen seslerden anlaşılan komedyen Resmi Atarlı kapanış konuşmasını yapıyordu ve bu Velvet Zelanın kalıcı olarak Vuvu Zela’ya dönüşeceği anlamına geliyordu yani sahne sırasının ona gelmişti. İhtiyar komedyen “ Ben Resmi Atarlı sizlere eğlenceli bir gece yaşatabildiysem ne mutlu bana ” diyip bir geri adım attı, yutkundu ve sesini bir perde yukarı çekip beklenen anonsu yapmaya başladı “muhterem konuklar… işte karşınızdaaa Hüsn-ü Niyet kahvesinin….”
[son on saniye]
Velvet’ten, Vuvuya bir koridor ve 10 saniyelik mesafe var. Velvet koridorun başında. 10-9-8… heyecan, merak, kızgınlık… 7-6-5… içeride onlarca kişi olmasına rağmen şu an, ağına düşen tek şey karanlık koridorun sonundaki beyaz ışık… 4-3… o da nesi? Merakıyla heyecanı kalbindeki korku köprüsünde toslaştı ölü ve yaralılar var… 2-1-0… “Allahııım sana geliyorum…” Bir anlık beyaz dünyanın ardından, Vuvu, objektifini yavaş yavaş netlemeye başladı. İlk görüşte “dırşk” bu olmalıydı. Bu kadar zamandır kendisinden sır gibi saklanan sahne ve seyirciler burası ve bunlarmıydı? Sıradan bir sahne, sıradan yurdum insanları.. eee sır olan ne burada… (“yok artık.. bu… bu olamaz..” diye düşünmesine az kaldığını bilseydi asla böyle düşünmezdi.)
Söyle bana İstanbul, Yahya Kemal Beyatlı'yı dinledim ve her tependen baktım sana; Yetmedi. şapkamın altından, gazetenin kenarından,çay bardağının arkasından, dikenli tellerin arasından, sokağın iki tarafına gerilmiş ipe asılı çarşafların arasından bile baktım; Olduramadım. Lütfen söyle bana Aziz İstanbul: Neden bu kadar seviyorum seni? O kadar evliyanın konaklamak için seni seçmesinin sebebi nedir? Hadiste kelam edilme mertebesine ulaşmanın hikmeti ne? Devletler seni kendilerine başkent yaparken, kalpler neden başkentlerine neden seni koyar? Tamam... Tamam... Susuyorum İstanbul. Madem ayrılacağız, oturda bir çay daha içelim. Hatta, çayım ol istersen veya bardağım. kabül edersen, şekerim ol... Sen bilirsin İstanbul neyim olursan ol, ama ol yeterki. Yanımda ol... Yanımızda, yamacımızda ol...
İki adam, iki usta, iki çınar. Aynı noktadan biri geldiği yöne doğru bakan, diğeri gideceği yere gözünü diken lakin adım adım ilerliyen iki şair. Cahit Sıtkı Tarancı ve Yahya Kemal Beyatlı.
Cahit Sıtkı Tarancı. Zayıf, uzun, kara kuru bir adam. Hayata o kadar bağlı yaşamayı o kadar seviyor ki nerdeyse hayat boyu hasta kalmaya razı ölmektense
Tarihin hangi anından baktığınıza göre, onun görünüşüyle ilgili sıfatları, parçalı bulutlu olarak değişir. İki bini sekiz geçeden bakarsanız on sekiz yaşında, narin nazenin, zarif, çıtı-pıtı bir bayan, iki bini elli küsür geçeden bakarsanız, olgun, narin, nazenin, zarif ama vardakosta bir baaaayan görebilirsiniz. Onun adı Velvet… Velvet Zela. Kariyerine, ergenlik başında eşe-dosta hatır gönül şarkı söyleyerek başlamış, gönül kalelerinin surlarını döven bir trabluketçiydi, Velvet.
Sene iki bini on geçe…
- Alo! Vuvu!
Arayanı ilk tadımda anlayamamanın verdiği duraksamadan sonra, ona sadece iyi tanıdıklarının Vuvu dediği aklına geldi ve sesin sahibini tespit edince, sanki tanıdıklarıyla hep sol tarafıyla konuşuyormuş gibi doğal bir tavırla, saçından yer açarak ahizeyi, sağ kulağından çekip sol kulağına koyarak; keyifle şakırdamaya başladı:
- Emel ablacığım, nasılsınız?
- Boşver şimdi beni şekerim, havadisler sende. Raci’yle sözleşme imzalamışsın?
-“Umarım dağıtacağım imzaların ilki bu olur.” Diyerek kikirdedi Velvet veya nam-ı diğer Vuvu.
***
Yeşiltepedeki evinden, kimilerince efsunlu olduğu iddia edilen ve sahne alacağı “Hüsn-ü Niyet Kahvesi”ninde üzerinde bulunduğu, “Şahsen Apartmanı”na taşınmak üzere yola çıktı.
Kimine göre ufak bir çocuktur aşk,
Kimine göre bir kuş,
Kimi der, onun üstünde durur dünya,
Kimi der, kalp kuruş;
Ama komşuya sordum, nedense yüzüme
Mânalı mânalı baktı,
Karısı bir kızdı bir kızdı, sormayın,
Aşkedecekti tokadı.
Şıpıtık terliğe mi benzer yoksa
Yoksa kandil çöreğine mi,
Hacıyağına mı benzer dersin kokusu
Yoksa leylak çiçeğine mi?
Çalı gibi dikenli mi, batar mı eline,
Andırır mı yoksa pufla yastıkları,
Keskin mi kenarı yoksa yatar mı eline?
Alla'sen söyle nedir aşkın aslı astarı!
En çok sevdiği şeydi yahut en iyi yapabildiği şeydi çalışmak. Onun için pekte bir önemi yoktu açıkcası bunun. Açıkcası son zamanlarda hiç bişeyin önemi yoktu onun için. Suratındaki tebessümü hiç kaybetmese de gözlerinin altındaki morluklar onu ele veriyordu. Saatlerce ekranın başından kalkmadan işini yapıyordu tek bir söz söylemeksizin. Arkadaşları tatile çıkmasını önerdiğinde ise buna gerek olmadığını sadece uyu düzenin bozulduğunu söyleyip geçiştiriyordu.
Işıkları kapatmışlardı. Sadece monitörden gelen cılız mavi ışık odayı aydınlatıyordu. Saat 11 olmak üzeriydi. Mesai biteli 5 saat olucaktı. Yavaşça koltuğunda gerindi. Artık yorgunluktan suratındaki tebessüm de kaybolmuştu. Eli yavaşça çekmesine gitti. Bir an duraksadı, etrafına bakındı. Kimse yoktu. Çekmeceyi açtı ve resmi çıkardı. Ekranın tam yanına koydu ve geriye doğru yaslandı. Bir süre hiç bişey yapmadan öylece durdu. Tüm yorgunluğu kaybolmuş gibiydi. Yavaşça ayağa kalktı, çantasını topladı. Resmi alıp ceketinin iç cebine yerleştirdi. Monitörün düğmesine bastı, artık tamamen karanlık olan ofiste cep telefonun yardımıyla ilerdi. Alarmı kurdu ve dışarı çıktı.
İsminin altına binlerce kelimelerle methiyeler düzülebilecek, popun kralı Michael Jackson'ın vefatının 1. yıl dönümünden doğan endirekt görsel vuruş: Michael JacksonAnı Görleşkesi.
O zaman M.J. için son bir "moon walk" ve "eyırini vokki" zamanı.
Rusya’nın kuzeyinden bir cumhuriyet, ufak tefek içine kapalı hatta halkı da ufak, halkının gözleri de ufak bir yer: Tuva Cumhuriyeti. Tuva cumhuriyetinde, adıyla müsemma tuva Türkleri yaşar. Aslında Tuvalar sadece Tuva’da değil, Moğolistan, Kırgızistan ve sibirya’da da yaşarlar. Dilleri Türkçenin Sibirya gurubundandır ve neredeyse tamamı şamanisttir. En büyük kültürel çeşitliliklerini sağlayan Şamanizm, Tuvaların kendilerine özgü olan tuva müziğini ortaya çıkartmıştır. Gırtlak müziği de denilen bu değişik müzik, Türkiye’de boğaz havası olarak da bilinir, hatta tam olmasa da; türk sanat müziğindeki keriz atma denilen teknik veya bozlaklarda kullanılan tekniklere benzer yanlarıda vardır. Dünya çapında, kullanılan teknikler açısından İsviçre çobanlarının yodel’larıyla eş zorlukta kabül edilir. Tiz ve bas sesler cümbüşü olan bu ses tekniği, ilk duyulduğunda enstrumandan çıktığı düşünülse de, bir insanın gırtlağından çıktığını bilmek oldukça şaşkınlık vericidir. Açıkçası ilk duyduğumda benimde sinirlerimi bozan tuva müziği, dinlendikçe insanı kendine bağlayabiliyor. Bunun sebebi; şaman ayinlerinde de kullanılmasından kaynaklanan ritmik yapısıdır. Kullanılan, İgil, Doşpuluur, Demir Khomus gibi enstrumanlar bu ritmik yapıyı dahada şenlendirir.
Küçük bir halk olan, Tuvaların müziği kendi hayallerini bile aşıp, yavaşta olsa dünyada büyük bir beğeni toplamaktadır. Özellikle, huun-huur-tu, Hanggai ve Kongar-ool Ondar gibi geleneksel tuva müzisyenlerinin ve Yat-Kha gibi tuva müziğiyle rock müziği birleştiren toplulukların katkısıyla bu müziğe ilgi gün geçtikçe artmaktadır.
Öncelikle, şarkıları duyduğunda o sesin nasıl çıktığını düşüneceklere, insan vücudundan veya en azından ağzından çıkmayacağını düşünenlere kanıt mahiyetinde bir video. Ardından da değişik teknikler ve tarzlarda söylenmiş tuva müziklerinden seçmeler sizlerle efenim.
Biz hep hayalimizde canlandırdığımız, nesiller boyunca aynı kalan salt aşka güzellemeler dizdik satırlara. Belki de kalıcı olan olduğundan hakkımız da vardır ama bir de aşkın zamanla değişen kıyafetleri var. Aynen, özlemle baktığımız eskiyle kıyasladığımızda bize çok dejenere gelen ve beklide elli veya yüz yıl sonra küçük küçük torunlarımızın kendi çağlarıyla kıyasladıklarında özlem duyacakları, şu anda yaşadığımız çağda ki kostümü gibi. Onunda üzerinde konuşulmaya, hakkında methiyeler düzülmeye ihtiyacı var.
Aşağıda izleyeceğiniz videolarda İsmail Kılıçarslan’ın ve Tarık Tufan’ın yazdığı, sokak şiirinin önemli eselerinden “Anna” şiirleri var. Anna, avrupa edebiyatının “Leyla”sıdır aslında. Belki de yazarların “Leyla” yerine “Anna”yı kullanmasının sebebi de budur. “Leyla”, idealleştirdiğimiz, bozulmamış, çağlarca aynı kalmış, tamamen ruhani aşkı temsil eden, doğunun simgesiyken; “Anna” ise; bizi sığlaştıran, duygusuzlaştırıp sisteme entegre eden Avrupa’nın simgesidir. Onları kendi silahlarıyla vurmak bize nasipmiş.
Bu güzel şiirlerden önce fazla kelam ettiysem affola… Saygılarımla.
Anna
biz her şeye, esirgeyen ve bağışlayan, çokça esirgeyen ve çokça bağışlayan, hep esirgeyen ve hep bağışlayan rabbin adıyla başlayan adamlarız anna.
büyücülerin, haramilerin, borsacıların, reklamcıların, korsanların, işgalcilerin, bankacıların elinden kurtulmamız da bundan.
sanayi devriminde bile, karanlık, rutubetli, çok bağırışlı, çok nefessiz, çok sabahsız, çok aşksız, çok çiçeksiz, çok neşesiz, çok kitapsız bir fabrikada hayatta kaldık sırf bu yüzden.
piyasaların hınçla dolu iniş çıkışlarına kalbimiz dayanıyor bir şekilde. kalbimiz derken, ilk gençliğimiz, sakalımız, bir kasetin iki yüzüne de ardarda kaydedip dinlediğimiz şarkımız diyorum aslında.
işte böyle yaşıyoruz ve yaşamak da sana dair uzayıp giden bir özleme dönüşüyor.
insaf et anna!
gidelim buradan.
senin masumiyetini, bilgelik zamanlarından kalma sırları, dünyanın bütün sabahlarını yanımıza alıp da gidelim.
hesap etmeden, haritaya bakmadan gidelim.
ölelim diyecektim az kalsın. ölmeyelim. hiç ölmeyelim anna.
sarılalım diyecektim az kalsın. içimden böyle şeyler de geçiyor işte. sarılalım, dudakların…
tamam sustum.
gitmek istemezsen bir şiir miktarı kadar otursak diyorum. şiir kalsın istersen, sadece otursak. oturmasan da olur benimle, sadece ellerimi tut. ellerimi tutma dilersen sadece yüzüme bak.
yüzüme bak ama anna, yüzüme bak. gözlerime bak, gözlerimin içine bak.
gözlerim biraz karanlık. içinde cenkler, ayinler, kesik damarlar, kapıları yumruklayışlar, Cipralex’ler, Turgut’lar, Edip’ler, Sezai’ler, siyahlar, beyazlar, uykusuzluklar, bitmeyen baş ağrıları, bildirilerin öfkesi, duvarlara uzun dalmışlıklar var.
gözlerim biraz yorgun. içinde bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler…
bekleyişler anna. köylü çocukların parasız yatılı sonuçları mesela. nişanlısı askerde kızlar, kızı ölüm orucundaki baba, babası tersanede oğul, oğlu şizofren anne.
hepsini sayamam gerçi, utançlarım da var. ama geçecek hepsi, geçecek. şifalı gözlerin her şeyi iyi edecek.
gözlerimin içine bakmaktan korkma anna.
sen adımını attığın andan itibaren hira dinginliğine dönüşecek ortalık.
Tanrı bizimle de konuşur belki Tarık Tufan
Proletarya
Devrim için bir yol bulmalıyız, bir yol bulmalıyız saçlarına,
Yoksa işler karışacak, bizi çağıracak uygun adım,
Kımıltısız, böceksiz, kitapsız , imgesiz, Allah’sız hayat,
İçimde birikip duran şu teri senin ellerinle,
Senin ellerin mi söyle?
Bir akşam güneşini, bir anne balığı, bir gecenin üçünü yerinden etme kudretini,
Sevme kudretini, sevmenin o boşluksuz kudretini,
Aydınlığı, ışığı değil aydınlığı,
Taoyu Musayı İdrisi yardıma çağıracak olan senin,
Senin ellerin,
Bir yol bulmasakta olur, bir yolunu bulamasakta,
Seni nikahımıza almasakta olur bile belki hatta,
Ne de olsa biz, kepenkleri hiç kapanmayan o dükkanın sonsuz sarhoş müşterisiyiz.
Kapındayız, yakındayız, sermestiz ızdırabımızla.
Anlamasan da olur, anlamasam da.
Yakup peygamberin kokladığı gömlekten ekime ekmeğe kadar bir düş kuruyorum.
Geçip gidiyorum aranızdan,
Renkleri öğrenmeye sarıdan başlıyorum böylece.
Saçlarını taramanın başka bir yolu varsa anla ki biz, yaparız bu devrimi.
Anna, Rana, Muhammed, Mustafa.
Bak, gene aşk oldu sonu.
Oysa öyle demeyecektik biz ona.
Esasında böyle bir yazının en başına bir video koyarak başlamak istemezdim. Lakin bugune kadar Kusturicanın çektiği tüm filmleri izleyene biri olarak biri bana bir sahne ile özetle dese göstereceğim sahnelerin başında gelir bu sahne. Neden mi? Trompet bana her zaman balkanların sesi olarak gelmiştir. Bir yandan oynatırken bir yandan ağlatan bir ses. Hani sevdiğiniz biri gitmek ister, kal diyemezsiniz boğanız bir şeyler düğümlenir. Bir şeyler söylemek istersiniz ses çıkmaz. İşte benim için boğaza o şey düğümlendiği anda çıkan sesdir trompet. Kusturicanın filmleri de temel olarak böyledir esasında şöylecek çok şeyi vardır. Ama bunu alıp direk gözünüzün ortasına sokmaz. Kimi zaman bir şarkıda oynarken, kimi zaman bir düğünde ağlarken, kimi zaman ise bir cenazede gülerken gösterir onları bize.
Bugüne kadar çektiği 10'a yakın uzun metrajlı ve bir o kadar da kısa filmi bulunan Emir Kusturica'nın başlıca fimleri:
-Çingeneler Zamanı, 1989
-Arizona Rüyası, 1993
-Underground (Yeraltı) 1995
-Black Cat White Cat (Kara Kedi Ak Kedi) 1998
-Zavet (Bana Söz Ver) 2007
24 Kasım 1954 Yugoslavya doğumlu olan yönetmen yaptığı filmlerden ve verdiği demeçlerden dolayı bir çok sansasyonel olaya imza attı.1993 yılında Sırbıstan'ın aşırı milliyetçi lideri Vojislav Seselj'i düelloya davet etti - Belgrad'ın merkezinde, güneşin tam tepede olduğu saatte, Seselj'in seçtiği bir silahla. Seselj, Kusturica'nın bu davetini "bir sanatçının ölümüne neden olmakla suçlanmak istemediği" mazeretini ortaya atarak duelloyu reddetti. Kusturica, 1995 yılında da Belgrad Uluslararası Film Festivali'nde Yeni Sırbistan Hakları Hareketinin lideri Nebojsa Pajkic'i yumruklayarak yere devirdi.Aynı yıl Cannes da Underground filmiyle Altın Palmiye ödülünü kazanan yönetmen, aldığı ölüm tehtitleri sonucu sinemayı bırakmaya karar verdi. İçindeki sesi susturamayan Kusturica 3 yıllık bir aranın ardından sözünü tutamayıp sinemaya geri döndü.
Özellikle Underground filminde yazdığı muhteşem senaryo ve yaptığı karmaşık kurgu insaları kendine hayran bırakmaktadır. Filmlerinden söyleceği sözü söylemekten hiç bir zaman çekinmeyen Kusturica balkanların kanayan yarasına her seferinde parmağını batırmıştır. Diğer filmlerine göre daha az politik olan black cat white cat ve zavet filmlerinde ise çingenelerin genel yaşayışlarına yönelmiş ve bunu eğlenceli bir dille anlatmıştır. Yönetmenin bir diğer özelliği ise filmlerin çocuğunda daha önceden oyunculuk denemiyimi bulunmaya insanları oynatmış olmasıdır.
Kahkahanın ve savaşın hiç eksik olmadığı topraklar: Balkanlar.
Balkanların en güzel ve bir o kadar da parçalanmış ülkesi: Yugoslavya.
E kolay değil bu topraklarda yaşamak. Ya ölüm korkusuyla kafayı yiyip ölürsün yahut ölücem korkusuyla ölümü öldürüp başka biri tarafından öldürülsün. Ekmek ve sudan çok kurşun ve el bombasının bulunduğu zamanlar. Ateşle barutun koyun koyuna yatıp, yalnızca halkın içinde patladığı bir dönemde geçiyor işte Barut Fıçısı.
Oyun temel olarak 11 sahneden oluşmakta. Her bir sahne balkanlardan farklı bir kesit sunmakla birlikte aslında bizim de hiç yabancısı olmadığımız durumları anlatmakta. Oyunun bir diğer farklığı ise önceki sahnede mağdur olarak gördüğümüz karakteri diğer sahnede başka birini yok yere vururken görmemiz. Oyunun kendi argo değişiyle ''Buralarda ya domalırsın ya da domaltılırsın.''. Bar, hapsine, otobüs, ev, park gibi değişik mekanlarda geçen oyun bize bir yapboz gibi kaybolup giden Yugoslavyayı göstermekte.
Kısa bir süre önce şehir tiyatroları tarafından da sahnelenen oyun, bir çok dile çevrilmiş olmakla birlikte hala popülerliğini korumakta.
Sanat, asırlar boyunca ne olduğu tartışılan bir mefhum olmuştur. Filozoflar ve sanatçılar* tarafından binlerce tanımı yapılmıştır. Yetenek midir yoksa emek midir? Sanat, sanat için midir yoksa halk için mi? Ve daha pek çok ikilemi içerir sanat fikri. Sanat dallarını kendi içinde sınıflandırmak bu dilemmaları arttırırken, kimlere sanatçı denileceği çıkmaz sokaklara sokmuştur insanları. Müzikle bu konuyu örneklendirelim: Müzik bir sanat mıdır? Eğer sanat ise müzik yapan herkes müzik sanatçısı mıdır? Yani Wolfgang Amadeus Mozart’ın sıfatı müzik sanatçısı iken Serdar Ortaç’ın da sıfatının müzik sanatçısı olması hak mıdır? Sanat, bunlara benzer yığınlarca bumerang sorunsala sahiptir. Bu mefhumun yeteri kadar sorunu yokmuş gibi, şimdi bir de başına siber alem sanatları çıktı. Müzik alanında, elektronik müzik, 7. sanat sinemada animasyonlar ve görsel efektler, resimde ise grafik görseller modern çağ sanatının tartıştığı konulardır.
Özellikle görsel sanatlarda ayırımın zor olması yeni akımların ortaya çıkmasını da tetiklemiştir. Bu durumun en büyük üretimi pop-art sanat akımıdır. Bu akım “sanat, sanat içindir”i savunanların kalesi olan soyut dışavurumculuğa bir tepkidir ve onunla inceden dalgasını geçer. Bu alaycı tavrı, onu zamanla soyut dışavurumculuktan daha anlaşılmaz ve marjinal bir dairenin içine sokmuştur o ayrı bir konu. Henüz, bilgisayarların yaygın olmadığı 1960’lı yıllarda, altın devrini yaşayan pop-art’çılar 21. yüzyılın sanatçılarının önünü ve ufkunu açıcağını, muhtemelen hiç tahmin etmemişlerdir. Onların sanatgörüleriyle teknolojik değerleri harmanlayan grafik sanatçıları, sanat olup olmadığı tartışılan görsel harikalar yaratmaktadırlar. Bazılarınca, işin içine bilgisayar katmadan yani klasik yöntemlerle ortaya çıkarılan çizimlerde veya kolajlarda dahi, net bir sınıflandırma yapılamadığından dolayı, sanat değeri taşımadığı iddia edilmektedir çünkü bu düşünce stilinde, “bir eser sanat eseri sayılacaksa net bir sanat sınıfına dahil olmalıdır” mottosu hakimdir. Bu düşünce disiplinindekiler, modern çağın sanal veya über pop-art eserlerini sınıflandıramadıkları için sanat olarak kabul etmemektedirler.
Bende şahsi çalışmalarımda buna benzer bir sorunla karşılaştım. Kavramlara çok takılmadan, görsel kaygılar güderek ve ayrıntıda ufak mesajcıklar vererek oluşturmaya çalıştığım sayısal görüntü eserlerime, sanat demek gibi bir hadsizliğim yoktu ama tamamen daha iyi anlaşılma hissi ve ifade kolaylığı açısından bir katagoriye sokmak zorunluluğu hissettim. Tabi bu durum beni hiç katılmadığım sanat sorunsallarına yenik düşürdü ama çok sorun değil. Yapılanlar, sabit isme sahip olan bir konuma sokulunca bazılarının gözünde daha değerli olacaksa benim için hiç sorun yok. Ama benim karşıma, sorun olarak çıkan, işlerimi net bir katagoriye koyamamaktı. Bende kendi katagorimi üretmek zorunda kaldım. Sizi hemen kendisiyle tanıştırayım. Sanatsever, görleşke. Görleşke, sanatsever. Umarım, tanıştığınıza memnun olmuşsunuzdur.
Güney Afrikanın hatırlı görleşkesi:büyük versiyon ile ayrıntıları incelemek için resimlere tıklayabilirsiniz.
3 insan görleşkesi: büyük versiyon ile ayrıntıları incelemek için resimlere tıklayabilirsiniz.
3 vücut görleşkesi: büyük versiyon ile ayrıntıları incelemek için resimlere tıklayabilirsiniz.
3 varlık görleşkesi: büyük versiyon ile ayrıntıları incelemek için resimlere tıklayabilirsiniz.
6 tepe İstanbul görleşkesi: büyük versiyon ile ayrıntıları incelemek için resimlere tıklayabilirsiniz.
2 vücut tek beden görleşkesi: büyük versiyon ile ayrıntıları incelemek için resimlere tıklayabilirsiniz.