Özgürlüğümü çaldı... Kadın... Bir kadına aldandım ben; bir kadın düşürdü beni hapse. Son bir buçuk yılımı yedi, özgürlüğümü aldı elimden; ruhumu parmaklıkların arasına sıkıştırdı, kalbimi bu beyaz floresan ışıklı, karanlık duvarların arasına hapsetti.
Hapse düştükten sonra hayatımın seyri tamamıyla değişti. Evet, tutukluydum, ama mâhkûm değil. Suçlu bulunmadım, fakat adalet her zaman hızlı işlemiyor işte. Mahkemeler ve bu cehennem tam bir buçuk yıl sürdü.
Şikayetçi olduğum bu karanlık ortam, parmaklıklar falan değildi. Aksine; ben burada özgürlüğü, aydınlığı buldum. Hayatımın en aydınlık bir buçuk yılını geçirdim.
Ben, ömrü hayatında bir kitap bile okumamış adam, mapusa girince, zaman bir türlü akmayınca, Ömer abimin de desteğiyle kitap okumaya başladım. ‘Kitaplarla oyalanayım bari’ diye düşündüm. Kendimce küçümsüyordum kitapları.
Ben cahil bir adamım, çok cahil.
Kitaplar hayatıma girince dünyayı keşfettim ben; gezmediğim yer, tanımadığım insan türü kalmadı. Gökyüzünde salındım; martı misali. Martılar fazla yükseklere uçamaz derler ya, ben de uçmadım. Ama ruhumu özgür kıldım; o uçtu en yükseklere kadar. Yeni bir sahne koydum oyunuma; ve o sahne başlasın diye ‘Perde’ dedim.
Koğuşlarda teneke denilebilecek türden soğuk demir ranzalar var, çift katlı. Ben basık yerleri oldum olası sevmem. Buraya geldikten üç ay sonra ranzamın üst katında yatan adam tahliye olunca ben onun ranzasına geçtim. Allah’tan bizim koğuşta ağalar, paşalar yok da; üst katı kaptım. Yatağım pencerenin tam kenarında. Pencerelerde yine o gri, soğuk demir parmaklıklar var elbette. Fakat gökyüzünü görebiliyorum ya, ha işte o bana yeter.
Kitaplarla aram iyi olmaya başladığından beri bütün gün yatağımdan çıkmaz, pencere kenarındaki beton taşın üzerine kitabımı koyar, yatağıma oturup kitap okur oldum. Gökyüzünün aydınlığı kitabımın satır aralarını aydınlatır. Pencere, büyük avlunun içine bakıyor. Ne bir ağaç, ne bir yeşil.. Bir tek sokak lambaları. Benim penceremin tam önünde de var bir tane… Geceleri yalnızlıktan muzdarip olan bu lamba direğiyle arkadaşlık ederiz. O aydınlatır okuduğum kitabın kahramanlarını.
Çok okudum. Belki de yüz elli tane kitap geçmiştir elimden. Ömer abi sayesinde işte, dedim ya. Elli beş yaşlarında, kır saçlı, orta boylu, kare yüzündeki kır bıyıkları gür, gözleri mahzun mahzun bakan bir edebiyat öğretmeni. Onun sayesinde asıl özgürlüğü tattım ben. Ömer abi, babam yaşında. Adamcağızın çocuğu olsaydı, üç aşağı beş yukarı benim yaşımda olurdu. O adam bana okumayı, yazmayı öğretti. Benimle kitaplarını, yalnızlığımı, kendi özgürlüğünü, ışığını ve duygularını paylaştı. Özgür olmayı öğretti bana. Ömer abi de benim gibi kader mâhkûmuydu. Ailesi her ziyarete geldiğinde kitap getirir, o da hemen paylaştırırdı kitapları benimle kendi arasında.
Benim kalbim hapisteydi; ruhum özgürdü. Bedenimin nerede olduğu mühim değildi. Ruhum özgürdü; çünkü okuduklarım ve yazdıklarımla günbegün daha da özgürleşiyor; uçuyordum her gün bilmediğim yeni diyarlara. Kalbim tutsaktı; çünkü o kadın beni kullanmıştı. Kalbimdeki kin, gitgide öldürücü, karartıcı bir zehre dönüşüp damarlarıma artarak sızıyordu. Artık insanların (mâhkûmların) tüm hareketlerini fesatça yorumluyordum kafamda. Herşey gözüme batmaya başlamıştı. Kendime olan öfkem hiç dinmiyordu. ‘Salak’ diyordum soğuk tuvaletlerde kafamı duvarlara vurup, ‘Sen salaksın!’ Aynaya her baktığımda kendimden daha da tiksinir olmuştum. Yabancı bir ‘suçlu’ görüyordum karşımda; bu ben değildim. Anamın doğurduğu, otuz yıldır tanıdığım ‘Orhan’ gitmişti. Yerine gözlerinin altı mosmor, fesat bakışlı, bakımsız, çelimsiz, ama yine de saf Orhan gelmişti. Kötüydü bu Orhan, çok kötü.
Beni aldatan kadının adı, olmaz olsun, Sibel’di. Sibel’e o kadar körkütük aşık olmuştum ki; hem kördüm, hem kütük. Altı ay süren birlikteliğimizin (körlüğümün) sonunda gözümü açtığımda aha da buradaydım.
Bu gece buradaki son gecem. Yarın öğleden sonra tahliye oluyorum. Bugün mahkemede, hakim suçsuz olduğuma ve beraatime karar verdi.
Ben üzülüyorum. Buradan, uzaktan gördüğüm, yaşadığım özgürlük son bulacak. İçinde olduğum özgürlüğü, dışarıdan görmek kadar güzel bir şey yok!
Gökyüzüne gidiyorum, uçmaya; fakat o maviliği güzel kılan, onun seyri değil mi? Tanrı insanlara uçma yetisi vermemiş. Zira uçsaydık dünyaya, insanlığa verdiği en değerli hediye olan gökyüzünü değil; bu iğrenç taş yığınını ve demir parmaklıklı hapishaneyi görürdü gözlerimiz yukarıdan.
.....
Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldanmadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben…
Bahtiyarım…
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldanmadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben…
Bahtiyarım…
-Nazım Hikmet* , 1938
Bu yazıyı tüm kader mâhkûmları için yazdım.
Orhan, 03.05.2010, 04:00
------------------------------
(*) Nazım Hikmet'in "Bir Cezaevinde, Tecritteki Adamın Mektupları" adlı şiirinden.
2 yorum:
Kitaplar hayatıma girince dünyayı keşfettim ben. dünyayı keşfetmek için güzel bir yöntem. yazı güzel olmuş. giderek güzelleşiyor yazılar.
Çok teşekkür ederim, sizlerin desteği ve kitapların yol göstermesiyle daha da güzelleşecek inşallah. :)
Yorum Gönder