Gündüz ve gece olur, gün akar her şey gibi, gelenler ve gidenler olur, birileri akıp gider ve gidenin peşinden geçmişe döneriz bazen, bizden parçaya, bizden eski bir parçaya, bizden değişen bir parçaya, eksik bıraktığımız parçaya…
Hayatımızın iki ucu, arada yolların ve dağların, yaşanmışlıkların ve yaşanmayanların, yitenlerin ve kalanların, elimizdeyken yerini koca bir boşluğun doldurduğu bizden olmayan ama bir parçamız kabul ettiğimiz şeylerle doludur, şeyler: insanlar, yerler, anılar, başarılar, başarısızlıklar, günler, günleri dolduran hayatlar, gelenekler, sevgiler, nefretler, yarım kalan aşklar, yarım kalan…
Kaçıp gittiğimiz ve dönme vakti gelince tepkimizi sona attığımız. Sonda, yalnız kalınca, sana kimse kalmayınca, bir başına, bir ıssızlıkta yaşadığımız an verdiğimiz tepki: Ağlamak. Bazen, evet bazen, algılayamayız neyi kaybettiğimizi başta. Kaybettiğimizi biliriz ama algılayamayız… kaybettiğimizle bizden nelerin yitip gittiğini, neleri terk ettiğimizi ve nelerden yoksun kaldığımızı. Fark etmek için, bazen, önce kaybettiklerimizi görmemiz gerekir, yeniden ve yeniden görmemiz. Neden sonra, gördüklerimizin daha önce sevdiklerimizle görebileceğimiz ama tercihlerimiz yüzünden görülemeyenler olduğunu anladığımızda… sadece ağlarız. Ağlarız. Ağlarız.
Yusuf, içine düştüğü kuyudan çıkamayan şair, artık yazamayan, iki hayatının arafında ikisine de tutunamayan… Annesinin ölümüyle döndüğü eskide, ona uzaktan bakan, içine giremeyen, kaçtığı şeylere yeniden bakarken onları hep bir mesafeyle izleyen. İnanmadığını, bir borç kabul edip yaparken, neden yaptığını bilmediği şeyi gene de yapan. Eskiye saygı, sevgiye hürmet, yapılması gerekene riayet?
Yıllar geçse de, bazı alışkanlıklarımız devam eder, hep oradadır bildiğimiz, parçamızdır, unutmayız onu, tıpkı her gün yumurtlayan tavuğun yumurtasını bıraktığı yeri bildiğimiz ve onu bulduğumuz gibi. Bir gün oradadır, bir gün değildir, ama biliriz ki, yine orada olacaktır. Eskinin günlük yaşamına ait bir parçasının ve bizi biz yapan küçük bir ayrıntının içimize böylesi işlediğini, onu içselleştirdiğimizi fark etmeyiz bile. Bizi biz kılan küçük ayrıntılar. Kaçsak da ondan, onun yerini hep biliriz. Aramamız gerektiğinde, aradığımız yerde bulmamızdır güzelliği eskiye dair küçük hayatımızın alışkanlıklarını. Bildik olmalarıdır güvencemiz, bizi bir yere ait kılan, bize bizi anlatan, değişsek de zaman içinde, düştüğümüz kuyudan çıkamasak da, eski sarar bazen bizi emniyetiyle, huzuruyla, bildikliğiyle…
Ama unutulmamalıdır, dönse de Yusuf evine, bir parçası hep uzağında kalacaktır döndüğü yere. İçinde olmadığı yerdir bıraktığı, vakti gelince oradan kaçtığı yerdir; farklı parçalarını, anılarını bıraktığı yer olsa da, değişmiştir her bir parça.
Semih Kaplanoğlu’nun Yumurta, Süt, Bal üçlemesinin ilk filmi Yumurta. İçinde diğer parçalara ait göndermelerle dolu. Süt, Bal, eskiye ait nesneler, hikayelerle... Sadeliğin eşlik ettiği bir film bu. Tek plan sahnelerle, acelesi olmayan, doğaya ait seslerle, müziğini görüntüye eşlik eden seslerden alan, yabancılaşmayı anlatırken yabancılaştığına yaklaşmaya çalışan bir film. Ama onun içinde midir, hayır. Yusuf, dönse de geriye, bıraktığı eski yer değildir. Kendisi de eski Yusuf değildir. İzlediği hayatlar, aktardığı, onun içinde olmadığı, artık inanmadığı bir dünyaya aittir. Eski bir tanıdığına selam gönderirken, daha birkaç gün önce selam gönderdiğinin yanı başında olduğunu fark edemeyecek kadar yabancıdır artık bu hayata. Kuyunun içindedir Yusuf. Kaybolmuştur. Kendisini bulana değin de, yolculuğu devam edecektir, eskiden gününe, gününden eskiye, inşa ettiği ve edeceği yeni parçalarıyla o kuyudan çıkana değin.
Kuyu metaforunun rüyayla karşımıza çıktığı filmde, bu sahnenin birkaç sahne daha kullanılması gerekirdi. Tek sahneyle yetinilmeseydi, izleyici, rüya rüya Yusuf’un kuyudaki ıstırabını, çabasını, tutunma telaşını izlerken onun iç dünyasını daha iyi gözlemleyebilirdi. Filmdeki en güzel sahneyse -benim için-, ilk sahneydi. Annenin yolculuğunun tek plan çekimle verildiği sahne. Tek başına yürüyen, kimsenin olmadığı bir yola dönen ve yürümeye devam eden anne. Sessizce uzaklaşmak hayattan, kimsesiz, kendince… her gün gittiği yolu yürüyormuş gibi.
İlk film, sonu anlatsa da, aslında başlangıçtır izleyici için. Eksik parçalar vardır tamamlanması gereken. Ve bu parçalar, film film tamamlanacaktır. Öyleyse izleyiciye düşen, sırasıyla bu parçaları tamamlamaktır. Yumurta, Süt ve Bal.
0 yorum:
Yorum Gönder