Gözsüz görüyorum, ellerim tensiz, tutuyorum. Ayaklarım çıplak, yürüyorum. Yürüyorum. Ölüler kentinden yürüyorum şimdi başka bir kente, başka bir meydana. Çağrıldım, çağrı ölüm. Çağrıldım, çağrı doğum. Çağrıldım, çağrı adım. Törenleri ve şölenleri bırakıp ardımda, ağlayışları ve duaları, tahtadan sandalımı ve sürüklendiğim akıntının içindeki tıpkı kuru bir dal olan parçamı suya akıtıp, sudan toprağa, geride kalanlara toprak olarak ve o topraktan başka yaşamlara katık, yemiş olarak, çağrının peşindeyim. Birilerinin bahsettiği giden olarak anılacak olsam da birkaç kez; adım, geçip gidecek işte, geçip gidecek başkalarının anıları içinde, yitik hafızalarının köşesinde. Unutulmuş söz olacağım. Unutulmuş, hatırlanmayan, yitip giden söz.
Bir sözüm artık, bir kelime. Bir kelime. Mesih de kelimesi değil miydi onu yaratanın? Bu romanı yazan kim, kelime kelime dolduran, onu bölümlere ayıran, onu yazdıran ve okutan? Öyle bir roman ki bu; kurgusunda, kimi kelimenin kaderinde yitip gitmek, kimininkinde kalıcı olmak yazılı. Yitip gitmeyen kelimelerin sahibine çağrı, ilk kelimenin yazıldığı yere, ilk heceye, ilk harfe, ilk noktaya. Yitip giden bir kelime olarak, yitmesi muhtemel bir kelime olarak, yitip gidecek bir kelimeye yazgılı olarak... Kelimem hatalı yazılmış, komikmiş, gereksizmiş, ne önemi var; kelime olarak yoldayım, kelimelerle yoldayım, kelimelerle varmadayım kente. Kentlerin kentine. Aranızda henüz kimsenin görmediği. Görseniz okuyor olamazdınız bu kelimeleri. Görenler yok mu, var elbette, olmasa bilinir miydi kentin kendisi?
Yazılır mıydı kelimeler üstüne kelimeler yeniden ve yeniden.
Gidersem orada, annem ve babam karşılar mı beni, yorgun düştüğümde orada, uyuyakaldığımda, uyanma vaktim gelince, uyandırır mı birileri? Garip, yorulmak yokmuş orada, ya uyku? Uyku da mı yok?
Hep uyandırıldığım eski kentte, uyanmadığın an dediklerinin aslında uyandırılma olduğunu anlatabilir miyim? Anlatabilir miyim uyanmadığın an değildir ölüm, ölüm uyandığın andır diye. Bilmem.
Bütün mutlulukları ‘habersiz olmak’ olanlara, düşünmeyenlere, çeşmesiz kalan ve susuzluktan çatlayan yolculuğumun, sevda sözlerinin aldatışından farklı ama başka bir sevda yolculuğu olduğunu ve bunu anlatacak kelime bulmada zorlandığımı anlatabilir miyim?
Parçalarımı bıraktığım sizlerden toplama günü geldiğinde, her bir parçam İbrahim’e sunulan kuşun parçaları gibi birleştirildiğinde, hazını ve lezzetini sunan dünyanın özlemi içimi sardığında, bu birleşmenin vakti yeniden geldiğinde, yani meydana çağrıldığımda, nadi borusunu öttürdüğünde, ses beni uyandırdığında, annemin kalk, uyan diyen sesini başka bir ses aldığında, yani meydana yürüdüğümde… Buluşmak ister miyim, geride bıraktıklarımla, önden gidenlerle?
"Bir buluşmayı neden arzulamayayım bir daha? Neden bir daha susamayayım baba, anne, kardeş yüzüne. Ölmek, ağacın yaprağının dökülmesi midir? Çiçeğin düşmesi midir? Ağacın kökü ne olmuştur? Yemiş ve tohum hangi dünyadadır? Bütün iş, öldükten sonra bile ülküyü yitirmemekte; nasıl, akşam uyurken sabah kalkıp sürüyü çobana götüreceksin, bunu biliyorsun çocukken, böyle bir ülkün var senin.
Sen bundan bir fayda umuyorsun. Veya anne, baba korkusu ve sevgisiyle bunu yapıyorsun. Onun gibi ölürken de uyanış ülküsünü kaybetmemişsen, "diriliş"ten haberliysen, ta meydana çağrılacağın ana kadar, hep uyanacaksın, hep uyandırılacaksın. Hatta ölüm, bu çağrışın ilk anı, ilk pıhtısı, kabuğun ilk delinişi... İlk yargı türküsü. İlk fizikötesi çene."[2]
Kuru dalım akıntının içinde; çiçeğim ve yapraklarım ölmeden evvel döküldü, ölüm kuruyan dalımın parça parça suya akması. Sudan toprağa. Kelimelerim tohum ve yemişim. Kökü buraya ait olmayan. Burada saçtığım orada ellerimde olur mu peki? Yeşillenir miyim, renklenir miyim çiçek çiçek, yaprak yaprak, dal dal yeniden?
Sabah uyandığımda, ölümün sabahına uyandığımda, sürümü, parçalarımı, kelimelerimi alıp götüreceğim. Götürmek isteyeceğim aslında, kimi benimle kalırken, kimi daha geç ulaşacak bana. Ama ulaşacak bir gün, günün gün olmadığı bir gün. Vaktin vakt olmadığı. Ânın ân olmadığı...
Her gün uyandım yeniden, yeniden, son uyanışımda Kentlerin kentinin meydanına akarken -ilk anım, ilk pıhtım, kabuğumun ilk delinişiyle-, başka bir göz, başka bir el, başka bir ayak…la adım atacağım.
Selâm yurdunda olursam, selâm, diyeceğim; olmazsam inleyeceğim. Tıpkı ney gibi inleyeceğim, hala kavuşamamış olmanın derdiyle ve ıstırabıyla…
Kavuşmanın hayalinde yüreğim, çünkü…
Yüreğimin özünde başka yarınlar var. [3]