27 Aralık 2010 Pazartesi

Sanat Sokaklara Düşmüş Diyorlar



Sanat bir sokak çocuğudur.

Büyük kapatılmalar toplumların kendi vicdanlarından kaçışlarını mümkün kılan acil çıkış kapılarıdır. Sokakları korkulardan temizlemek, korkulanın, rahatsız edenin, zihni zorlayanın görüntüsünden kurtulmak ruhu suni bir huzura kavuşturur. Deliler, cüzzamlılar, dilenciler… Ama değişmeyen tekerrür her büyük kapatılmanın sonunda kendini imha edip sokağa yeniden boşaldığıdır.

Aynı sebeplerle olmasa da, bir zaman sokaktan zorla alınmış, evcilleştirilmek istenmiş, hem muhalifliğinin hem taraflığının sınırları belirlenmeye yeltenilmiş, bağırdığı zaman çıkacak sesin ulaşabileceği uzaklık belirgin bir setle bölünmüş bir başka sokak çocuğu da sanattır. Uzunca bir müddet duvarlar arasına; galerilere, sinema ve tiyatrolara, sergi ve opera salonlarına kapatılmış, sokakla arasına elitist bir duvar örülmek istenmişse de, sanat bu kapatılmaya direnmiş, kendisine öngörülen evcil muhalefet salahiyetini reddetmiş ve kendini tekrar sokağa atmıştır.

Sanat artık bizi sokakta yakalıyor. Kendisini zamanında sokaktan alan o idealize edilmiş modern topluma olan öfkesini her köşe başında çekinmeden kusuyor, ne kadar korkarsa bu dışavurumdan, o kadar şiddetli yakalanıyor insan sokağa. Sokak başlarını sanat tutuyor artık zira.




24 Aralık 2010 Cuma

Çay, bir özge candır -2-


Çay kültürdür mirim. Çay bir özge candır.
Çay bazen babadır. Babası mahalleli olanlar iyi bilir; babayla beraber çay ocağına gidildiğinde, baba çay içer, çocuk oralet. Evde çocuk da muhakkak çay içiyordur ama o dışarıdaki ortamda çay aniden babacanlaşır, oraletin omuzuna elini koyar.
Çay çoğu zaman muhabbettir ahretliğim. Onu yudumlarken hayatı da çeker insan içine, diline vurur bu hayat doygunluğu. Hele bir de çorlulu ali paşaya gidip, Uğur’a 2 çay bir el-fakr nargile söyleyip muhabbete kurulduğun vakit; cümlelerin birbiri ile mukabelesi hiç bitmez. Muhabbet öyle kıvamlanır, öyle derinleşir ki, taş atsan sesi gelmez.
Çay sadece bir içecek değildir, bilirsiniz. Her alanın, nevi şahsına münhasır kendine ait çayı vardır. Mesela, oyun dünyasının çayı; tavladır. İki kişi oynandığı için hızlı oyna diyip sürekli dürten birileri olmaz, dingindir. İki el arasında 15 dakika muhabbet molası verildiği bile vaki olmuştur zira amaç; oyun oynamak veya yenişmek değil, muhabbete meyil vermek, el oyalamaktır.
Çay keyiftir, çay hayaldir azizim. Eminönü’nden vapura binip karşıya geçerken, çayını alır, gevrek simidini katık edersin, bir tarafta sur içi, bir tarafta kız kulesi. Deniz havası çaya ayrı bir tat katar. İnsanlar martılara attıkları simitlerdeki cömertliklerini bile, çaydan aldıkları sarhoşluk hissine borçludurlar. O keyfi, gurmelerin göz bebeği aşçıların çalıştığı lüks mekanlar bile veremez. Yanlış anlaşılmasın; bu bir züğürt tesellisi değil, sadece salt bir meşkkeşlik.
            Çay, içinde içildiği materyalin fiziki koşuluyla da mutlak ilgi odağımdır kıymetlim. Şu şarttır ki: çay ince belli bardakta içilir. Bazı edebi eserlerde, çayın bu özelliği hanımlara itaf edilmiştir. Bir erkek olarak mutlak ilgi odağımın en makbül özelliği ile bir çaykolik olarak bana en güzel tadma lüksünü veren bardağın en önemli özelliğinin aynı olmasının, beni ne kadar mesud ettiğini anlatmam mümkün değil. Ayrıca bu durum, çok maskülen bir ifade gibi durmuş olabilir ama bilakis, genel güzelliklere dair bir tespittir. Çünkü hanımlar divan edebiyatında cins-i latif olarak tasvir edilir yani; güzel cins. Cins-i latiflerin, en latif olan özelliklerinden birinin çayla olan bu kadim bağlantısı, hayatın genel güzelliklerine olan ilahi bir göndermedir bence. 

22 Aralık 2010 Çarşamba

Çay, bir özge candır -1-

Benim nazarımda şu açıktır ki: “Çay, kahveyi döver…”. Bu fikrimde ne kahvenin asabiyet yapıp ağız tadını bozmasının, ne de çayın rahatlatıcı, mayıştırıcı etkisi ile ağızda bıraktığı hoş tadın bir alakası yoktur. Benim ki tamamen “duygusal”.
            Duygusallık derken, kültürel durumlarından doğan en direkt serbest vuruşla söylüyorum bunu. Her kim ki; misafirlerini ‘kahve’ye davet ederse: “sadece yarım saat konuşalım, yorma beni, az dur sonra git!” demiş olur zira kahve, üst üste en fazla 2 bardak içilebilir (onlar da psikopat içicilerdir.), süresi takriben yarım saat sürer, verdiği mesaj açıktır. Buna karşın, çayda semaver veya demlik kültürü vardır (sallama çayları kuru fasülyeden sayıp, top bile atmıyorum, bu böyle biline.) Her kim ki; misafirlerini ‘çay’a davet ederse: “gel ne olursan ol yine gel. Gel, otur, saatlerce de gitme, ‘muhabbet’ edelim uzuuun uzuuun.” demiş olur.
Bu konuyla ilgili “kahve ile sohbet, çay ile muhabbet edilir” mottomu faizi ile çok severim. Konusunu güzelliklerden alan sohbetin olduğu yerde, muhabbet, muhabbetin olduğu yerde, muhabbetin kalbi ve resmi içecek sponsoru olan çay vardır.
Ayrıca çay saftır, şeffaftır, içi dışı birdir, açık sözlüdür, ince belli cam bardakta, görerek içilir. Kahve ise biraz hindir, ketumdur, içten pazarlıklıdır, porselen kupa bardakda veya fincanda görmeden içilir.
Ve çok sevdiğim bir diğer mottomla bu yazıyı sonlandırıyorum: “hem çay olduk, hem çayhane, hemdemliğimiz baki olsun ki; kıvamımız olsun şahane.

21 Aralık 2010 Salı

kıymetlilerimiz görleşkesi

Adab-ı Haşerat blogu "Kıymetlilerimiz görleşkesi", kıymet verdiğimiz bazı görselleri kullanarak bir manifesto koyma çalışmasıdır.
UYAN

Görleşke:MelihTuğtağ
AYRINTILAR MÜHİMDİR

Görleşke kavramının ne olduğuna dair eski bir yazım için bkz: Görleşke Nedir?

17 Aralık 2010 Cuma

Mr. line - La Linea - Bay Meraklı


Geçenlerde Çukur Cuma taraflarında bir antikacının tam karşısındaki banka oturmuştum. Dükkanın önünde devrik duran uzun, ince, siyah bir masa ve onun arkasından geçen siyah takım elbiseli bir amca –hatta dede- bana “la linea”yı hatırlattı. Masayla aynı renkte olan takımından dolayı masayla bir gözükmesi yetmiyormuş gibi, eş zamanlı olarak; yukarıda ki, çiçeklerini sularken, aşşağıya su sıçratan kadına söyleniyordu. Dişleri olmadığı için, ne dediğini anlayamadığım bu amcanın sözleri bana “abaragandi aborogondi pfff” gibi geldi. O an hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçti geyikleri gerçek oldu benim için. Rahmetli Cenk Koray’ı ve  TRT’deki tele kutu programında aralara giren “bay meraklı”yı saniyede 24 kare vurarak gördüm. Nostalji, yine aldı beni benden.
La Linea”yı ilk olarak, 1969’da Osvaldo Cavandoli kıytırıktan bir reklam için çizmiştir. Bu reklam çok beğenilince, bir tv dizisine dönüştürüldü ve kullandığı ortak dil sayesinde, ünü tüm dünyayı sardı. Ona biz “Bay Meraklı” dedik. Amerikalılar “line man”, ingilizmer “mr. Line” dedi. Diğer ülkeler de, "balou", "linus på linjen" (linus on the line), "zlosniczek", "menó; manó" , "mar kav" ve "streken” diyenler bile oldu ama o hep aynı anlamsız şeyleri söyledi: “zibilirineyübhü abaragandi aborogondi pfff”. Loney tunes’un sıkça kullandığı çizer elinin filme müdahale etmesi olayının atasıdır, bu huysuz animasyon. Ruh haline göre değişen fon rengi ise, 80’lerin TRT’sinde, siyah beyaz televizyonlarda pek fark edilememişse olmasına karşın, çoğu insan için büyüleyici olmuştur. Bay Meraklı’nın, dünyanın en sevilmiş “tribal atar”cısı olarak tarihe geçmesi kuvvetle muhtemeldir. Bunun sebebi; her şeye atar yapabilen bu animasyonun, çoğu kişi tarafından adının unutlmasını veya hiç öğrenilememiş olmasını hiç takmadan, atar yapmadan; yıllardır hala bizi güldürmesi saygımızı hak etmesine yeterli bir sebepdir bence.
Hadi az laf çok iş: veee karşınızada Mr. Line!

15 Aralık 2010 Çarşamba

O'nunla aramızdaki farklar

Aşağıda okuyacağınız yazı benim muhterem dostum, kardeşim, ahretliğim ve bu blogun insandan kaçan hümanist rumuzlu yazarı olan Bilal Habeş ile benim aramdaki farkları konu alacaktır. Aslında, burada geçecek olan “ben” ve “o”ların hepsi, belki de “sen” ve başka bir “o”dur yani bu yazı bizim üzerimizden genel bir dostluk bakışıdır.
O, fiziken noktadır. Ben ise virgül.
Onun sözleri hep noktadır, söyler ve cümleyi bitirir. Benim sözlerim ise hep virgüldür, sakız gibi uzadıkça uzar.
O, bir ortamdaki kadıdır. Ben ise soytarı.
O, asosyaldir. Ben ise onun sosyallik istihkakını bile yiyebilen bir sosyal oburum.
O, yalnız başına bir çatı katında gayet mutludur. Ben ise şimdiki zamanlı ve gelecek zamanlı bütün fiillerde yalnız kalmaktan korktuğum için ancak kalabalıkda huzurlu olabilirim.
O, çayı tek şekerle içer, orada bile yalnızdır. Ben ise konu çayken bile tekilliğe dayanamam, 2 şeker atarım.
O, müslümcüdür. Ben ise gayri müslümcü.
O, ihtiyacı olan şeyi aramayı sever, katkılara kapalıdır. Benim için ise mühim olan ulaşmaktır. Nasıl elde ettiğimi önemsemem.
O, kitapçıya gider raflardan kitap seçer alır. Ben ise kitapçılara giderim raflardan kitap seçerim, sonra gidip onun rafından alırım o kitapları.
O, buluşmadan önce telefonla araştığımızda, konuşmaya başlarsa “ne istiyorsun? ne getireyim?” veya “şunu getiriyorum haberin olsun” der. Ben ise, eğer konuşmaya ilk başlarsam “naber? nasılsın?” derim.
O, benim aklımda tutamadığım isimlerimdir. Ben ise onun yapamadığı hesaplarıyım.
O, sözel kafalıdır ama ağzı söz yapmaz, suskundur. Ben ise sayısal kafalıyımdır ama ağzım hep söz örer, gevezeyimdir.
O, gaddardır, insanları rahatça hayatından silebilir. Ben ise pragmatisttim elbet lazım olurlar diye el altında tutarım.
O, nargileyi her defasında yakar. Ben ise hep geri açarım.
O, evveldir. Ben, ahirim.
Bazı arkadaşlar vardır önce, kardeş olurlar. Sonra, ahiret’e kadar yoldaş olur, ahretlik olurlar. Ahretliğime saygılarımla…

10 Aralık 2010 Cuma

"uyanmak" üzerine

Bilhassa, son zamanlarda dikkatimi çeken bir şey var; uhrevi, tasavvufi eksende en çok dinlediğim 2 eserin, en çok dilime dolanan kısımları ortak bir kavramda buluşuyorlar: “uyanmak”

Ah nice bir uyursun uyanmaz mısın
  Göçtü kervan kaldık dağlar başında
dinle
  
uyan ey gözlerim gafletten uyan
  uyan ey uykusu çok gozlerim uyan
dinle

Uyanmak metafor olarak çok kullanılmış bir kavramdır aslında. Göz uyur, gönül uyur, dost uyur, su uyur, hatta düşman bile uyur ama marifet uyumakta değil uyanmaktadır azizim. Bence bilim adamları yanılıyorlar; insan, düşünen hayvan değildir. İnsan, kalben ve aklen uyanabilen hayvandır.
Uyanmak üzerine bu kadar fikri antrenman yapmamın sebebi muhtemelen, yakın dönemlerdeki şahsi eksikliklerimin, yoksunluklarımın, hissi yoksulluklarımın ve ihmallerimin artmasıdır. Gerçi bunlar, safi bana ait sorunsallar değil. Modern çağın, beşeriyete dayattığı, yağlı ilmeğini bulduğu ilk boğumda sıktığı rutin mağlubiyetler bunlar.

2 Aralık 2010 Perşembe

Fareden Hisse


Bir fare vardı. Öldü. Kıssasındaki hissesi bana kaldı.
                                      ***
Sene yanlış hatırlamıyorsam 1975’di. İstanbul’daki ilk senemizdi, oturduğumuz o evi hala unutamam. Mevzu bahis olan, Balat’taki evimizin en güzel tarifini, yerleşmemizden 13 yıl sonra 1988’de Barış Manço, sakız hanım ile mahur bey şarkısında, “Çocukluğumun geçtiği o eski mahallede / Aşı boyalı ahşap, eski bir evde otururlardı / Sakız Hanım‘la Mahur bey” sözleriyle yapıcaktı. Kapısından içeri girildiğinde, yemek kokusuyla, banyo-tuvalet kokularının sentez triosunun karşılaması çok alışılageldik olmasa da, bu durum türk misafirperverliğinin farklı bir versiyonu olarak da kabul edilebilirdi. O evi bu kadar sevmemde ahşap olmasının payı çok büyüktür. Ahşap bir merdivenden çıkarken veya zeminde yürürken, ayağımdaki her kemiğimin zemini, ayrı ayrı hareketlerle taradığını hissedebilmek, hele o, her basınçta çıkan gıcırtılar ve bazı zamanlardaki gacırtılar hayatta olan ve tepki veren bir evde yaşadığımı hissettirir bana. Evimizin üst katına çıkıldığında merdivenlerin bitimine yakın, oturma odasının eski kapısı yavaşça doğmaya başlar kadraja. Korkulukların bitiminden sağa doğru dönüldüğünde, iki küçük yatak odası görünür, solda. Çoğu zaman, ablamlarla ortak kullandığımız, üst katın en dibindeki odamıza giderken, mesafe yeterli olsamasına rağmen, sırf işlemeli korkulukları bırakmamak için kenardan yürürdüm, annemin “düşüceksin eşşek sıpası” çığlıklarına inat.
Odamızda 3 ablam ve bir fareyle birlikte kalıyordum. En iyi oda arkadaşımsa tahmin edilebileceği üzere, fareydi. Ablamlar, kendisini hiç sevmezlerdi ama peynirini eksik etmedikçe, onlardan daha uyumlu bir oda arkadaşı olduğunu asla anlayamadılar. Ben onun adını “fare” koydum, bir varlığa, bir ismi ancak bu kadar yakışabilirdi. Hergün aynı oyunu oynardık “fare” ile. Ben ona yemeğini verirdim. Karnı doyunca, ablamlar veya annem gelinceye kadar, omzumdan parmaklarıma voltalar atıp, tvist oynardı. Ablamlar onu görüp çığlık attığındaysa, tahtaların arasındaki boşluklardan önce iki odanın ortak kullandığı, bir sandalyelik genişlikteki üstü açık cumbaya geçer, oradan da annemlerin yatak odasındaki gizli tünelinden, kilere dikey geçiş yapardı. Çok iyi bir arkadaştı çook…