10 Mart 2011 Perşembe

Ret ve Evet Arafından Sesleniş: Bela / Yücel Öztürk'ten


İnsanın içine ve dışına ayna tutan bir roman Bela. Farklı zaman ve mekânlarda yaşanan olayların ret ve kabul, isyan ve tevekkül noktalarında birleştiği eser 28 bölümden oluşuyor. Yazar her bölüme çeşitli sanatçılardan birer alıntıyla başlamış. Bu alıntılar, o bölümde anlatılanlara ışık tutan ya da onları özetleyen nitelikte. Romanın içine yayılmış olan onlarca sembol, yazar, kahraman, söz… Bela yazarının birikimli bir kalem olduğunu da gösteriyor.

Panta Rei: Her Şey Akar

Nursu, akrabası Cem ve sevdiği İstanbul ile üniversiteye gitmek için yağmurlu bir mayıs günü sokağa çıkar. Üç genç tartışarak yağmur altında yürümektedir. Giz, evlilik hazırlıklarını tamamlamak için Işık’ı evinden alır ve onlar da yola çıkarlar. Toprak, mutsuz bir evliliği paylaştığı Suaytan’ın hamile olması sebebiyle yeni bir tartışmayı sürdürerek arabalarında ilerlemektedir. Bu üç farklı grubun yaşamı bir an birleşir: kaza! Kazada Nursu’nun uyarısıyla ayakkabısını bağlamak için eğilen Cem araba çarpmasıyla ölür. Aynı kazada Toprak ölmüş, Suaytan bebeğini kaybetmiştir. Bu arada okul kaçkını Eyüp de çalacak ayakkabı ararken Toprak’ın kaza sırasında çıkan ayakkabılarının yeni sahibi olmuştur. Ancak bu kaza farklı ilişkileri de ortaya çıkarır: Işık, Giz’i Toprak’la aldatmıştır. Bunu öğrenen Giz, perişan olur. Işık ise ait olamadığı şehri terk eder. Öte yandan Cem’in ölümünden sorumlu olduğunu düşünen Nursu da öğretmen olarak Anadolu’ya gider. Işık, gidişinin yedinci yılında Suaytan’dan af dilemek için döner ama onu Giz’le evlenmiş ve bir çocuk annesi olarak bulur. Dünyası yıkılan Işık, çantasını kaptırdığı deniz kenarında hıçkırarak ölümü düşünür.(Çantayı çalan yine Eyüp’tür.) Gidişinden on bir yıl sonra dönen Nursu da İstanbul’la evlilik hazırlığına başlar. Tüm bu olayların yanında, daha evvelki zamanlarda yaşanan olaylar da ilerlemektedir. İstanbul’un çocukluğu, babası Ahmet ve babasının dostu Celalettin’in etkisinde geçer. Sonra bu iki kişi de ölecek, İstanbul yalnız bir çocuk olarak büyüyecektir. Eserin sonunda bir giz saklıdır ama eserin sonu ile ilgili bir açıklama yapmamak yerinde olacaktır. Çünkü romanın her okur üzerinde bırakacağı farklı etki veya sorgulamaya müdahale etmemek gerekir.

İsmiyle Müsemma Olamamak

Bela’nın en dikkat çekici yönlerinden birisi isim sembolizasyonudur. Kahramanların çoğu, isimlerinin pırıltısına denk düşememiş, isimleriyle müsemma olamamışlardır.

Nursu, adını oluşturan “nur” kadar aydınlık, “su” gibi duru değildir. Bu iki kelimenin arafında kalmıştır adeta. Bir kazaya sebep oldum fikriyle on bir yılını heba etmiştir. Ancak suyun önce bulanıp sonra durulması misali o da artık sevdiklerinden uzak yaşayamayacağını anlamış ve aşkının peşine düşmüştür.

İstanbul, dedesinin doğduğu şehirli midir, yoksa dedesiyle babasının öldüğü İstanbullu mudur? Kahraman, ait olduğu şehrin aidiyet sorununu ve ağır yükünü de omzunda taşımıştır. Adını taşıdığı şehrin tarihinden ayrı olamaması gibi İstanbul da geçmişinin etkisinden sıyrılamaz. Şehrin ışıltısına karşın, kahraman karanlığı yaşar. O da Nursu gibi sonradan ışıltıya yönelebilmiştir.

Cem, kâh adı gibi “toplayan” kâh adının tersine “dağıtan” olmuştur. Sürekli tartışan Nursu ile İstanbul arasında bir köprü gibidir. Ancak ölümüyle bu düzen parçalanmış, herkes bir tarafa savrulmuştur. Ama bu dağılış bir zaman sonra sona ermiş, Cem vicdanlarda bıraktığı etkiyle bir bakıma ölümüyle de etrafındakileri birleştirmiştir.

Işık, en ilginç karakterlerdendir. Karanlık bir gecede doğmuş, bahtı parlak olsun diye adı Işık konulmuştur. Ancak baskı ve itilmişlikle geçen çocukluğun etkisinden sıyrılamayan gencin hayatı kavga, ihanet, terk edilmişlik ve intihar fikri ekseninde kararacak, adının zıttı olacaktır.

Giz, adının anlamınca sırlarla yaşayan bir kişi değildir. Genelde sorular soran meraklı bir karakterdir. Sadece Işık’ın onu aldattığını ve terk ettiğini öğrendiği zaman ismiyle müsemma olmuş, mektubunda ilk buluşma yerleri olan deniz kıyısına gideceğini yazan Işık’ın peşinden gitmemiştir, onu umursamadığı bir sır olarak bırakabilmiştir.

Suaytan, adını oluşturan üç parlak kelimenin tersine parçalanmış, karalara bölünmüş bir hayat yaşasa da sonunda Giz’le mutluluğu yakalamış, gecesine bir ay doğmuştur. Toprak, adına uygun olarak “engin gönüllü, veren, üreten” bir adam değildir. Düşüncesiz ve ihanet eden kahraman, yaşadığı sürece eşi Suaytan için bir “kara” Toprak olmuştur.

İstanbul’un babası Ahmet önce isyankar bir tavırdadır, Celalettin ile tanışınca tasavvuf ehli olmuş ve dostuyla Şems ile Mevlana’yı hatırlatan paylaşımlarda bulunmuştur. Ahmet’in eşi Meltem ise hep sessiz bir rüzgar gibi yaşamış, fırtınasını içinde gizlemiştir.

Okuldan kaçan babasız Eyüp, sabır ve dürüstlük yerine fakirlikten kurtulmanın yolunu çalıp çırpmada bulmuştur. Ama yaptığı her işi vicdanında “kılıfa uydurmakta”dır.

Kahramanlar kadar romanın adı da dikkat çekicidir. Bela hem “kabul” hem “sıkıntı” anlamına gelmektedir. Roman kişileri yaşadıkları zorluklara kimi zaman isyan etmekte, kimi zaman tevekkülle “bela” demektedir.

Bir İfade Biçimi: Kalemin Kâğıda Değmesi

Bela’da “yazmak “eylemi bir ifade biçimi olarak karşımıza çıkar. Yazma biçimleri birbirinden farklı nitelikler taşır, anacak her yazılan iç dünyanın aynası olması bakımından ortak özellik gösterir.

Cem öldüğü zaman, 2006 mezunları onu unutmayacaklarını değil, “hatırlayacaklarını” ifade ettikleri samimi bir not yazar. Yine genç adamın ölümüne tanık olan hemşire Sude de kendi sorgulamalarını yansıtan bir yazı yazar. Nursu’nun şehri terk ederken bıraktığı mektup, Suaytan’ın yalnızlığından sıyrıldığı günlüğü, Işık’ın ayrılık öncesi Giz’e bıraktığı not, Ahmet’in kitaplarının arasına yazdığı düşünceler, Cem’in yazdığı roman bir ifade etme biçimi olarak “yazmak” eyleminin Bela’da ne kadar önemli bir yer tuttuğunu gösterecek örneklerdir. Burada sözün uçup yazının kaldığı gerçeğinin payı büyüktür.

Hayatın Matruşkası: Anlam İçinde Anlam

Suzan Nur Başarslan bu romanında olay, kişi ve nesnelere “yüzeysel” bakmamış; suyun dibini, dağın ardını, bulutun üstünü görmeye ve göstermeye çalışmıştır. Daha önce bahsettiğimiz isim meselesi dışında eserde, açıldıkça içinden yeni şeyler çıkan semboller de kullanılmıştır.

Geçmiş-Şimdi: Suaytan’ın el yıkama takıntısı vardır. Eşi Toprak bu duruma kızdıkça o ellerini daha çok yıkama isteği duyar. Toprak ölünce, Suaytan bu alışkanlığı bırakır. Demek ki basit görünen davranışların arkasında da baskılar, ihanetler, sıkıntılar yatar ama biz onları her an düşünemeyiz. Işık ise sevgilisi Giz’in çok beğendiği dalgalı saçlarını kestirir. Çünkü ihanetinden kurtulma çabası vardır, bir hata sonrası yenileşme uğraşı vardır. İstanbul’un çocukluğu, köy izlenimleri ve babası iç dünyasında hep yaşar, içinde bulunduğu “an” geçmişten kopmuş değildir. Cem’in kazadan kalan ayakkabı bağı, Nursu’yu yıllarca geçmişe bağlayan ve vicdanını saran bir bağdır. Bunun gibi çoğu olayda yazar, geçmişi, “hal”i etkileyen ve yönlendiren bir izlek olarak hep diri tutmuştur. Kahramanlar geçmişten sıyrılamadıkça huzura erememiştir.

Kaza-Bela: Yaşanan kazalar farklı hayatları birleştirirken aynı hayatları ayırabilmektedir. Nitekim olayların ana noktasını bir trafik kazası teşkil eder. Bu kazayla birlikte ölenler, kaçanlar, tanışıp evlenenler olmuştur. Başa gelen kazalara tevekkülle “bela” diyebilen ve geçmişten sıyrılabilen Giz ve Suaytan mutluluğu yakalamıştır. Ama kazada Cem’in ölümüne sebep olduğunu düşünen Nursu bu kazayı başına gelen bir “bela” olarak görmüş ve yıllarca vicdan azabı çekmiştir.

Kırmızı: Trafik kazasının olduğu gün özellikle kırmızı kazaklara ve kırmızı ışığa dikkat çekilir. Kırmızı, hayatın yakıcı-yok edici yönünü simgelemek için kullanılmıştır. Nitekim o gün kazayı yaşayan erkeklerin kırmızı kazakları ve kırmızı ışıkta geçiş gelmekte olan ölümün işaretleri olarak karşımıza çıkar.

Çocuk-Oyun-Oyuncak: Ahmet çocukken “misket” oyunu için ağlar ve annesine şikayet edince bir tokat yer. Zaman geçer, oğlu İstanbul bir çocuk olarak ağlayıp annesine koşar. “Bilgisayar”da oyun oynatılmadığı için… Annesi onu teselli eder ve çizgi filmle avutur. Burada yazar geçen zamanı, değişen aile tavırlarını, zamanın “misket”ten “bilgisayar”a yol alışını çarpıcı şekilde ifade etmiştir.

Bunlar dışında aşk, isyan, eğitim, iman, yazı, kurgu-gerçek, kadın-erkek gibi kavramlar da derinlemesine irdelenmiş, romanın her sayfasında yeni anlam ve çağrışımlarla yüklü, katmerli hayat gözler önüne serilmiştir.

İnsan Kendini Gözler Gibi: Seyr-i Bela

Kent insanının çıkmazında şekillenmiş Bela. Dalsız kalanlar, tuttuğu dalı kıranlar, aynası kırılınca aynasını kaybetmediğini anlayanlar, hayatı bir çantaya sıkıştırıp çantası çalınınca hayatsız kalanlar, sıkıntıda eğrilip sevgide doğrulanlar, yazılanı oynayıp oynananı yazanlar, kaçkınlar, hırsızlar, mutasavvıflar, arayanlar, bulan ve bulamayanlar… “Bela”lı yollarda ilerleyen insanoğlunun geçmişten bugüne oynadığı yaşam dramının bir sahnesi Bela.

İstanbul semalarına çıkıp da oradan şehre, şehirden insana, insandan yüreğe bir ayna tutar gibi yazmış yazar. Hayattan devşirdiklerini sayfalara serpiştirerek herkesin payına düşeni almasını ister gibi yazmış. Edebiyatın “edebi”liğinden kopmadan, sanatın cevherine sadık kalarak yazmış…

Şüphesiz dünyaya “bela” diyerek geldik. Şüphesiz “bela” diyerek gideceğiz dünyadan. Hepimiz az da olsa sıkıntılara “Al sana bela!” diye çıkıştık, bizi yoranlara “baş belası” dedik. Hayatı ezelden söylenmiş “evet”le, bu sözü unutarak başkaldırdığımız sıkıntılar arasındaki bir çizgide sürdürüyoruz.

Dünyanın “bela“sına tanıklık için “Bela“nın dünyasına uğramak gerek.

0 yorum:

Yorum Gönder