15 Kasım 2010 Pazartesi

obur dünyanın yediği kıymetlilerimiz 1: LOUIS ARMSTRONG


Galiba, öncelikle “obur dünyanın yediği kıymetlilerimiz” konseptini açıklamam lazım. Malumunuzdur ki; aşağıda da hatırlatacağım Cem Karaca şarkısının adıdır, “obur dünya”. Ben de bu başlık altında, şahsi kanaatimce çok değerli bulduğum merhum sanatçıları yazmaya çalışacağım.
Obur dünyanın yediği, binlercesinin arasından benim ilk söz konusu edeceğim kıymetlimiz, lakabı “torba ağız” olan (lakabın faili için bkz: vesikalıklarının %50’sini kaplayan ağzı), 20. yüzyılın en çok tanınan jazzcısı, Louis Daniel Armstrong olucak.
New Orleans’a, Amerika’nın, Urfa’sı demek, kanaatimce yanlış olmaz. Zira o sokaklarda aynı akıbeti yaşamış bir sürü efsane vardır. Nedendir bilinmez, bir çoğunluğu babası tarafından terk edilmiş ve büyük anneleri tarafından büyütülmüştür, bu sokakların çocukları. Louis de bu talihsiz gençlerden biriymiş. Muhterem torba ağız, babası tarafından terk edilince, annesi tarafından babaannesine bırakılmış. İlerleyen yıllarda, maddi sıkıntılardan dolayı, onun müziğe aşık olmasında büyük katkısı da olan, barlarda garsonluk işi yapmış. Kendi küçük gettosunda, trompet çalıp yükselme çabalarındayken, “King” Oliver’la tanışması ve onun himayesine girmesi bütün hayatını değiştiriyor. “King” Oliver’ın gurubuyla, 1920’lerin caz merkezi Chicago’ya gidiyor ve büyük bir yükselişin ardından ustasından ayrılıp solo kariyerine ve gurup liderliklerine başlıyor. İlerleyen zamanlar, tahmin edileceği üzere, ölümünden bir gün öncesine kadar hiç düşmeyen bir tempoyla ve hep yükselen bir başarı grafiğiyle devam ediyor.
Bu torba ağızlı şeker adam, benim nezdimde hep Adile Naşit, Hulusi Kentmen ve Vahi Öz katındadır. Aslında, TRT sanatçılarını andıran bir stilinin olduğu da söylenebilir. Ne kadar acıklı şarkılar söylerse söylesin, seyirciye veya kameraya baktığında hep yüzü güler bu koca gönüllü adamın. 32 dişinin 70 yaşına kadar eksiksiz kaldığını bize, görsel testlerle göstermekten de geri kalmamıştır, bu muhterem. Biz görememiş olsakta bu zat-ı şahanenin konserlerdeki trompet soloları dadundan yenmezmiş. Bilginize…
Ve ne yazık ki, 1971’de Obur dünya onu şahsi orkestrasına yuttu.

4 Kasım 2010 Perşembe

Bir Kaleci Güzellemesi.


Şenol Güneş

Benim saygı skalamda, bir müzik gurubunda hep bas gitaristler, futboldaysa kaleciler en büyük yeri kaplarlar. Bu iki tip adamların ortak özelliği; kalabalık bir zümrenin, arkasındaki dikkat çekmeyen, kalender üyeleri olmalarıdır.
Özellikle kaleciliğin, küçüklükten gelen bir yanlış anlaşılmışlığıyla başlar, bu zümrenin “saygı değer” hitabını alması. Mahalle maçlarında koşamayan, en kötü oynayan veya yaşı küçük olan veletler kaleye geçirilirler. Şayet, öyle bir “kötü” oyuncu yoksa, her gol yendiğinde kaleci değişir, hatta sırf kaleden çıkmak için kasten gol yiyen zat-ı sıfırın altında  muhteremlerin bile görüldüğü vaki olmuştur. Öte yandan, iş profesyonel futbol’a gelince kaleciler takımın arkasını toplayan, en güveniliri, genel olarak en olgunlarıdırlar. Hep rakip takım atak yaparken, yüzü onlara dönüktür, ataklara göğüs gererler. Kendi takımları atak yaparken ise, onları uğurlayıp, arkarından su döküp, el sallarlar. Takımının yediği her gol onların üzerine binen ruh yükü olurken, kendi takımı gol attığında ise ne ona teşekkür eden olur, ne de adı anılır taraftarlarca. Kendi takımının sayısına sahanın öbür ucunda tek başına sevinen kalender adamlardır kaleciler. Forması bile farklıdır. Diğer 10 oyuncu bir örnek giyerken, onlar farklı formalar giyerler. Bu farklılıklarına rağmen takım oyuncusu olmayı becerirler, “ben marjinalim, siz sefil sıradan oyuncularla aynı kıyafeti giymem” havalarına girmezler, onlar gibi davranıp takımın bir parçası olmayı başarabilirler. Sokak futboluyla, profesyonel futbol arasındaki bu değerlilik farkı, kalecilerin saygıya faizi ile şayan adamlar olmalarını sağlar.
Nerede, küçük yaşta kaleciliğe başlayıp, usanmadan, karizma derdine düşmeden, büyüyüp profesyonel kaleci olabilmiş birisi varsa, orada süper bir insan vardır.
Cláudio André Mergen Taffarel
      

2 Kasım 2010 Salı

panda sefası


Hani böyle sıcak havada, klimalı otobüse binersin de o serinliğe alışmana mükabil, otobüsten inince "laakk" diye sıcak hava duvarına çarparsın ve kuyruğunu kovalayan köpekler gibi geri otobüse girme isteğiyle arkana döndüğünde, kapının kapanmış, seninse çok geç kalmış olduğunu fark edersin ya, işte öyle üzülüyorum; bu pandaların iktidarsızlığından doğan en direkt serbest vuruşun golü olan nesillerinin tükenmesi sorunsalına.
            Pandaların dünya üzerindeki nüfusu 1600 kadar, yani; bu yanakları mıncıralası hayvanların nüfusu, sempatik olmak için onun silüetini logo veya reklam görseli olarak kullanan şirket sayısından daha az. Tabi ki ben bu yazıyı pandaların tembelliklerinin üzerinden, iktidarsızlıklarıyla dalga geçmek için yazmıyorum. Nüfus azlığının ne menem bir şey olduğunu bana fark ettirdiklerine, teşekkür etmek amaçlı yazıyorum. Ne zaman dünyanın her hangi bir yerinde bir panda doğsa, beşeriyetin içi huzur dolar, saçma sapan bir gülümseme çöreklenir suratlara, meraklar yönelir yeni doğmuş pandaya. İsimler konulur ona, hatta Türkiye’de adının sonuna –cik –cık eki konur, Brezilya’da –inho. Ya kediler, köpekler ve atlar gibi nüfuslu, güzel ve şirin olsalardı veya  damla balığı, yıldız burunlu köstebek veya aye aye gibi çirkin hayvanlar olsalardı kimse iplemeyecekdi onları.Doğurdu mu? Öldümü kaldı mı? tey tey tey...
            Demek ki; Bulunmaz hint kumaşı sendromu sadece insanlarda değil hayvanlarda da oluyormuş, ilgi ve sevgi üzerinde olunca şımarıp, iş savsaklamak yaratılanların doğasında varmış.
            Rahat bırakın şu hayvanları artık! Çiftleşsinler diye gözlerinin içine bakınca şımarmalarına artı olarak, belki de utanıyorlardır. Dön arkanı çekik gözlü hanım teyze. Edep ya hu!