Narin bir ruh, mütemadiyen intihara meyilli bir bünye ve daha nice psikolojik anomalilerle tanımlayabiliriz onu ama ben bunun yerine şu tanımı tercih ediyorum; ben her zaman, insanlara hüznün yakıştığını fakat gam ve kederin insanda eğreti durduğunu düşünmüşümdür. İşte dünya üzerinde belki de gam ve kederin yakıştığı tek insan, insan olmaya çalışan bir şair: Sylvia Plath.
Onun acısıyla bertaraf olmak bile zevk verir bazen okuruna, çünkü herkes bilir ki; bahsi geçen her hisler Sylvia’nın iliklerine kadar işlemiş safi acılardır.
Aynı zamanda ilk eseri olan ve 8 yaşındayken vefat eden babasının ardından yazdığı şiiriyle ilk belirtilerini gösteren ve onu hayatı boyunca yalnız bırakmayan manik-depresifliği bir yanda, yıllarca evdeki hegomonyası, diktası, ilgisizliği ve çapkınlıklarıyla onu kahretmesi yetmiyormuş gibi, mesleki açıdan da yalpa yaptıran kendisi de bir şair olan kocası Ted Hughes’ın yaptıkları diğer yanda Sylvia’nın muhtaç olduğu ham maddeyi ona sağlıyorlardı.
Sylvia, “zihinden çıkış yolu var mı?” sözüyle de anlattığı gibi, gerçekle kurguyu ayırt edemeyecek kadar zihninde kaybolmuş bir yazardır. Yaşadığı çevreye ayak uyduramadığını düşünüp etrafına yabancılaşması, onu daha da kendi içine yöneltip, onu metastaza da zorlamıştır yani o da bir Gregor Samsa’dır aslında.
Yaklaşık 30 yıllık, kısa hayatında daima ölüm ve karanlık hislerle ilgili üretimler yaptığı için çoğu kişi, bundan zevk aldığını düşünür veya ölümü kutsadığını düşünür ama az kişi fark etmiştir ki aslında durum tam tersidir. Belki; “Gözlerimi kapadığımda tüm Dünya ölüyor, gözlerimi açtığımda yeniden doğuyor” sözündeki düşüncesi yüzünden çok az uyuyordu yani aslında ölümden korkuyordu. Zaten “neden yazıyorsun?” sorusuna verdiği yanıtta bu savı doğrular niteliktedir, “yazıyorum çünkü; içimde susturamadığım bir ses var” korkusunun sesi. Evet bazıları için buna inanmak zor olabilir. Onun ruhsal buhranlarının varlığı, fiziksel ve yazısal olarak ölümün hep kıyılarında dolaşmış olması bu yanlış intibanın mazereti olabilir. Hatta bence çok uçuk da olsa, sylvia’nın ölüm korkusuna bir kanıt da, ölüm gelmesin diye onun erkenden ölüme gitmesidir. Gerçi onun intihara meyyalinin lanet veya kalıtımsal bir sorun olduğu da sıkça akla gelebilir, malum yıllar sonra oğlu da kollarını açıp, ölüm gelmeden, ölüme koşmuştu. Bu bir miras, ancak müthiş bir şairin, marjinal bir annenin çocuğuna bırakabileceği türden kötü bir miras.
Çeşitli eserlerinden birkaç alıntı: