İsminin altına binlerce kelimelerle methiyeler düzülebilecek, popun kralı Michael Jackson'ın vefatının 1. yıl dönümünden doğan endirekt görsel vuruş: Michael JacksonAnı Görleşkesi.
O zaman M.J. için son bir "moon walk" ve "eyırini vokki" zamanı.
Rusya’nın kuzeyinden bir cumhuriyet, ufak tefek içine kapalı hatta halkı da ufak, halkının gözleri de ufak bir yer: Tuva Cumhuriyeti. Tuva cumhuriyetinde, adıyla müsemma tuva Türkleri yaşar. Aslında Tuvalar sadece Tuva’da değil, Moğolistan, Kırgızistan ve sibirya’da da yaşarlar. Dilleri Türkçenin Sibirya gurubundandır ve neredeyse tamamı şamanisttir. En büyük kültürel çeşitliliklerini sağlayan Şamanizm, Tuvaların kendilerine özgü olan tuva müziğini ortaya çıkartmıştır. Gırtlak müziği de denilen bu değişik müzik, Türkiye’de boğaz havası olarak da bilinir, hatta tam olmasa da; türk sanat müziğindeki keriz atma denilen teknik veya bozlaklarda kullanılan tekniklere benzer yanlarıda vardır. Dünya çapında, kullanılan teknikler açısından İsviçre çobanlarının yodel’larıyla eş zorlukta kabül edilir. Tiz ve bas sesler cümbüşü olan bu ses tekniği, ilk duyulduğunda enstrumandan çıktığı düşünülse de, bir insanın gırtlağından çıktığını bilmek oldukça şaşkınlık vericidir. Açıkçası ilk duyduğumda benimde sinirlerimi bozan tuva müziği, dinlendikçe insanı kendine bağlayabiliyor. Bunun sebebi; şaman ayinlerinde de kullanılmasından kaynaklanan ritmik yapısıdır. Kullanılan, İgil, Doşpuluur, Demir Khomus gibi enstrumanlar bu ritmik yapıyı dahada şenlendirir.
Küçük bir halk olan, Tuvaların müziği kendi hayallerini bile aşıp, yavaşta olsa dünyada büyük bir beğeni toplamaktadır. Özellikle, huun-huur-tu, Hanggai ve Kongar-ool Ondar gibi geleneksel tuva müzisyenlerinin ve Yat-Kha gibi tuva müziğiyle rock müziği birleştiren toplulukların katkısıyla bu müziğe ilgi gün geçtikçe artmaktadır.
Öncelikle, şarkıları duyduğunda o sesin nasıl çıktığını düşüneceklere, insan vücudundan veya en azından ağzından çıkmayacağını düşünenlere kanıt mahiyetinde bir video. Ardından da değişik teknikler ve tarzlarda söylenmiş tuva müziklerinden seçmeler sizlerle efenim.
Biz hep hayalimizde canlandırdığımız, nesiller boyunca aynı kalan salt aşka güzellemeler dizdik satırlara. Belki de kalıcı olan olduğundan hakkımız da vardır ama bir de aşkın zamanla değişen kıyafetleri var. Aynen, özlemle baktığımız eskiyle kıyasladığımızda bize çok dejenere gelen ve beklide elli veya yüz yıl sonra küçük küçük torunlarımızın kendi çağlarıyla kıyasladıklarında özlem duyacakları, şu anda yaşadığımız çağda ki kostümü gibi. Onunda üzerinde konuşulmaya, hakkında methiyeler düzülmeye ihtiyacı var.
Aşağıda izleyeceğiniz videolarda İsmail Kılıçarslan’ın ve Tarık Tufan’ın yazdığı, sokak şiirinin önemli eselerinden “Anna” şiirleri var. Anna, avrupa edebiyatının “Leyla”sıdır aslında. Belki de yazarların “Leyla” yerine “Anna”yı kullanmasının sebebi de budur. “Leyla”, idealleştirdiğimiz, bozulmamış, çağlarca aynı kalmış, tamamen ruhani aşkı temsil eden, doğunun simgesiyken; “Anna” ise; bizi sığlaştıran, duygusuzlaştırıp sisteme entegre eden Avrupa’nın simgesidir. Onları kendi silahlarıyla vurmak bize nasipmiş.
Bu güzel şiirlerden önce fazla kelam ettiysem affola… Saygılarımla.
Anna
biz her şeye, esirgeyen ve bağışlayan, çokça esirgeyen ve çokça bağışlayan, hep esirgeyen ve hep bağışlayan rabbin adıyla başlayan adamlarız anna.
büyücülerin, haramilerin, borsacıların, reklamcıların, korsanların, işgalcilerin, bankacıların elinden kurtulmamız da bundan.
sanayi devriminde bile, karanlık, rutubetli, çok bağırışlı, çok nefessiz, çok sabahsız, çok aşksız, çok çiçeksiz, çok neşesiz, çok kitapsız bir fabrikada hayatta kaldık sırf bu yüzden.
piyasaların hınçla dolu iniş çıkışlarına kalbimiz dayanıyor bir şekilde. kalbimiz derken, ilk gençliğimiz, sakalımız, bir kasetin iki yüzüne de ardarda kaydedip dinlediğimiz şarkımız diyorum aslında.
işte böyle yaşıyoruz ve yaşamak da sana dair uzayıp giden bir özleme dönüşüyor.
insaf et anna!
gidelim buradan.
senin masumiyetini, bilgelik zamanlarından kalma sırları, dünyanın bütün sabahlarını yanımıza alıp da gidelim.
hesap etmeden, haritaya bakmadan gidelim.
ölelim diyecektim az kalsın. ölmeyelim. hiç ölmeyelim anna.
sarılalım diyecektim az kalsın. içimden böyle şeyler de geçiyor işte. sarılalım, dudakların…
tamam sustum.
gitmek istemezsen bir şiir miktarı kadar otursak diyorum. şiir kalsın istersen, sadece otursak. oturmasan da olur benimle, sadece ellerimi tut. ellerimi tutma dilersen sadece yüzüme bak.
yüzüme bak ama anna, yüzüme bak. gözlerime bak, gözlerimin içine bak.
gözlerim biraz karanlık. içinde cenkler, ayinler, kesik damarlar, kapıları yumruklayışlar, Cipralex’ler, Turgut’lar, Edip’ler, Sezai’ler, siyahlar, beyazlar, uykusuzluklar, bitmeyen baş ağrıları, bildirilerin öfkesi, duvarlara uzun dalmışlıklar var.
gözlerim biraz yorgun. içinde bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler…
bekleyişler anna. köylü çocukların parasız yatılı sonuçları mesela. nişanlısı askerde kızlar, kızı ölüm orucundaki baba, babası tersanede oğul, oğlu şizofren anne.
hepsini sayamam gerçi, utançlarım da var. ama geçecek hepsi, geçecek. şifalı gözlerin her şeyi iyi edecek.
gözlerimin içine bakmaktan korkma anna.
sen adımını attığın andan itibaren hira dinginliğine dönüşecek ortalık.
Tanrı bizimle de konuşur belki Tarık Tufan
Proletarya
Devrim için bir yol bulmalıyız, bir yol bulmalıyız saçlarına,
Yoksa işler karışacak, bizi çağıracak uygun adım,
Kımıltısız, böceksiz, kitapsız , imgesiz, Allah’sız hayat,
İçimde birikip duran şu teri senin ellerinle,
Senin ellerin mi söyle?
Bir akşam güneşini, bir anne balığı, bir gecenin üçünü yerinden etme kudretini,
Sevme kudretini, sevmenin o boşluksuz kudretini,
Aydınlığı, ışığı değil aydınlığı,
Taoyu Musayı İdrisi yardıma çağıracak olan senin,
Senin ellerin,
Bir yol bulmasakta olur, bir yolunu bulamasakta,
Seni nikahımıza almasakta olur bile belki hatta,
Ne de olsa biz, kepenkleri hiç kapanmayan o dükkanın sonsuz sarhoş müşterisiyiz.
Kapındayız, yakındayız, sermestiz ızdırabımızla.
Anlamasan da olur, anlamasam da.
Yakup peygamberin kokladığı gömlekten ekime ekmeğe kadar bir düş kuruyorum.
Geçip gidiyorum aranızdan,
Renkleri öğrenmeye sarıdan başlıyorum böylece.
Saçlarını taramanın başka bir yolu varsa anla ki biz, yaparız bu devrimi.
Anna, Rana, Muhammed, Mustafa.
Bak, gene aşk oldu sonu.
Oysa öyle demeyecektik biz ona.
Esasında böyle bir yazının en başına bir video koyarak başlamak istemezdim. Lakin bugune kadar Kusturicanın çektiği tüm filmleri izleyene biri olarak biri bana bir sahne ile özetle dese göstereceğim sahnelerin başında gelir bu sahne. Neden mi? Trompet bana her zaman balkanların sesi olarak gelmiştir. Bir yandan oynatırken bir yandan ağlatan bir ses. Hani sevdiğiniz biri gitmek ister, kal diyemezsiniz boğanız bir şeyler düğümlenir. Bir şeyler söylemek istersiniz ses çıkmaz. İşte benim için boğaza o şey düğümlendiği anda çıkan sesdir trompet. Kusturicanın filmleri de temel olarak böyledir esasında şöylecek çok şeyi vardır. Ama bunu alıp direk gözünüzün ortasına sokmaz. Kimi zaman bir şarkıda oynarken, kimi zaman bir düğünde ağlarken, kimi zaman ise bir cenazede gülerken gösterir onları bize.
Bugüne kadar çektiği 10'a yakın uzun metrajlı ve bir o kadar da kısa filmi bulunan Emir Kusturica'nın başlıca fimleri:
-Çingeneler Zamanı, 1989
-Arizona Rüyası, 1993
-Underground (Yeraltı) 1995
-Black Cat White Cat (Kara Kedi Ak Kedi) 1998
-Zavet (Bana Söz Ver) 2007
24 Kasım 1954 Yugoslavya doğumlu olan yönetmen yaptığı filmlerden ve verdiği demeçlerden dolayı bir çok sansasyonel olaya imza attı.1993 yılında Sırbıstan'ın aşırı milliyetçi lideri Vojislav Seselj'i düelloya davet etti - Belgrad'ın merkezinde, güneşin tam tepede olduğu saatte, Seselj'in seçtiği bir silahla. Seselj, Kusturica'nın bu davetini "bir sanatçının ölümüne neden olmakla suçlanmak istemediği" mazeretini ortaya atarak duelloyu reddetti. Kusturica, 1995 yılında da Belgrad Uluslararası Film Festivali'nde Yeni Sırbistan Hakları Hareketinin lideri Nebojsa Pajkic'i yumruklayarak yere devirdi.Aynı yıl Cannes da Underground filmiyle Altın Palmiye ödülünü kazanan yönetmen, aldığı ölüm tehtitleri sonucu sinemayı bırakmaya karar verdi. İçindeki sesi susturamayan Kusturica 3 yıllık bir aranın ardından sözünü tutamayıp sinemaya geri döndü.
Özellikle Underground filminde yazdığı muhteşem senaryo ve yaptığı karmaşık kurgu insaları kendine hayran bırakmaktadır. Filmlerinden söyleceği sözü söylemekten hiç bir zaman çekinmeyen Kusturica balkanların kanayan yarasına her seferinde parmağını batırmıştır. Diğer filmlerine göre daha az politik olan black cat white cat ve zavet filmlerinde ise çingenelerin genel yaşayışlarına yönelmiş ve bunu eğlenceli bir dille anlatmıştır. Yönetmenin bir diğer özelliği ise filmlerin çocuğunda daha önceden oyunculuk denemiyimi bulunmaya insanları oynatmış olmasıdır.
Kahkahanın ve savaşın hiç eksik olmadığı topraklar: Balkanlar.
Balkanların en güzel ve bir o kadar da parçalanmış ülkesi: Yugoslavya.
E kolay değil bu topraklarda yaşamak. Ya ölüm korkusuyla kafayı yiyip ölürsün yahut ölücem korkusuyla ölümü öldürüp başka biri tarafından öldürülsün. Ekmek ve sudan çok kurşun ve el bombasının bulunduğu zamanlar. Ateşle barutun koyun koyuna yatıp, yalnızca halkın içinde patladığı bir dönemde geçiyor işte Barut Fıçısı.
Oyun temel olarak 11 sahneden oluşmakta. Her bir sahne balkanlardan farklı bir kesit sunmakla birlikte aslında bizim de hiç yabancısı olmadığımız durumları anlatmakta. Oyunun bir diğer farklığı ise önceki sahnede mağdur olarak gördüğümüz karakteri diğer sahnede başka birini yok yere vururken görmemiz. Oyunun kendi argo değişiyle ''Buralarda ya domalırsın ya da domaltılırsın.''. Bar, hapsine, otobüs, ev, park gibi değişik mekanlarda geçen oyun bize bir yapboz gibi kaybolup giden Yugoslavyayı göstermekte.
Kısa bir süre önce şehir tiyatroları tarafından da sahnelenen oyun, bir çok dile çevrilmiş olmakla birlikte hala popülerliğini korumakta.
Sanat, asırlar boyunca ne olduğu tartışılan bir mefhum olmuştur. Filozoflar ve sanatçılar* tarafından binlerce tanımı yapılmıştır. Yetenek midir yoksa emek midir? Sanat, sanat için midir yoksa halk için mi? Ve daha pek çok ikilemi içerir sanat fikri. Sanat dallarını kendi içinde sınıflandırmak bu dilemmaları arttırırken, kimlere sanatçı denileceği çıkmaz sokaklara sokmuştur insanları. Müzikle bu konuyu örneklendirelim: Müzik bir sanat mıdır? Eğer sanat ise müzik yapan herkes müzik sanatçısı mıdır? Yani Wolfgang Amadeus Mozart’ın sıfatı müzik sanatçısı iken Serdar Ortaç’ın da sıfatının müzik sanatçısı olması hak mıdır? Sanat, bunlara benzer yığınlarca bumerang sorunsala sahiptir. Bu mefhumun yeteri kadar sorunu yokmuş gibi, şimdi bir de başına siber alem sanatları çıktı. Müzik alanında, elektronik müzik, 7. sanat sinemada animasyonlar ve görsel efektler, resimde ise grafik görseller modern çağ sanatının tartıştığı konulardır.
Özellikle görsel sanatlarda ayırımın zor olması yeni akımların ortaya çıkmasını da tetiklemiştir. Bu durumun en büyük üretimi pop-art sanat akımıdır. Bu akım “sanat, sanat içindir”i savunanların kalesi olan soyut dışavurumculuğa bir tepkidir ve onunla inceden dalgasını geçer. Bu alaycı tavrı, onu zamanla soyut dışavurumculuktan daha anlaşılmaz ve marjinal bir dairenin içine sokmuştur o ayrı bir konu. Henüz, bilgisayarların yaygın olmadığı 1960’lı yıllarda, altın devrini yaşayan pop-art’çılar 21. yüzyılın sanatçılarının önünü ve ufkunu açıcağını, muhtemelen hiç tahmin etmemişlerdir. Onların sanatgörüleriyle teknolojik değerleri harmanlayan grafik sanatçıları, sanat olup olmadığı tartışılan görsel harikalar yaratmaktadırlar. Bazılarınca, işin içine bilgisayar katmadan yani klasik yöntemlerle ortaya çıkarılan çizimlerde veya kolajlarda dahi, net bir sınıflandırma yapılamadığından dolayı, sanat değeri taşımadığı iddia edilmektedir çünkü bu düşünce stilinde, “bir eser sanat eseri sayılacaksa net bir sanat sınıfına dahil olmalıdır” mottosu hakimdir. Bu düşünce disiplinindekiler, modern çağın sanal veya über pop-art eserlerini sınıflandıramadıkları için sanat olarak kabul etmemektedirler.
Bende şahsi çalışmalarımda buna benzer bir sorunla karşılaştım. Kavramlara çok takılmadan, görsel kaygılar güderek ve ayrıntıda ufak mesajcıklar vererek oluşturmaya çalıştığım sayısal görüntü eserlerime, sanat demek gibi bir hadsizliğim yoktu ama tamamen daha iyi anlaşılma hissi ve ifade kolaylığı açısından bir katagoriye sokmak zorunluluğu hissettim. Tabi bu durum beni hiç katılmadığım sanat sorunsallarına yenik düşürdü ama çok sorun değil. Yapılanlar, sabit isme sahip olan bir konuma sokulunca bazılarının gözünde daha değerli olacaksa benim için hiç sorun yok. Ama benim karşıma, sorun olarak çıkan, işlerimi net bir katagoriye koyamamaktı. Bende kendi katagorimi üretmek zorunda kaldım. Sizi hemen kendisiyle tanıştırayım. Sanatsever, görleşke. Görleşke, sanatsever. Umarım, tanıştığınıza memnun olmuşsunuzdur.
Güney Afrikanın hatırlı görleşkesi:büyük versiyon ile ayrıntıları incelemek için resimlere tıklayabilirsiniz.
3 insan görleşkesi: büyük versiyon ile ayrıntıları incelemek için resimlere tıklayabilirsiniz.
3 vücut görleşkesi: büyük versiyon ile ayrıntıları incelemek için resimlere tıklayabilirsiniz.
3 varlık görleşkesi: büyük versiyon ile ayrıntıları incelemek için resimlere tıklayabilirsiniz.
6 tepe İstanbul görleşkesi: büyük versiyon ile ayrıntıları incelemek için resimlere tıklayabilirsiniz.
2 vücut tek beden görleşkesi: büyük versiyon ile ayrıntıları incelemek için resimlere tıklayabilirsiniz.
Tek düze giden bir akış, daha filmin başından sonunu tahmin edebilmek, heycansız sahneler... Bir Tarantino filmi izliyorsanız emin olun bunlardan çok uzaksınız. Bu sinemanın haşerat çocuğu hiç beklemediğimiz anda bizi sol köşeye yatırabilir, oha bunuda göstermez dediğimiz anda kafa derisini yüzebilir.
Esas çıkışını 1992'de Rezevuar Köpekleri ile yapan yönetmenin başlıca kült olmuş fimleri ise Pulp Fiction,Kill Bill serisi,Sin Cinty ve son olarak Inglorious Basterds'dır.
Şahşi olarak Pulp Fiction hastasıyımdır. Film daldan dala atlar, sizi gülmekten yerlere yatırır ancak Quentin Tarantino ile olsanız fimlerinizde Samuel Jacksonu öldüremiyeceğiniz gerçiğini ortaya koyar.
Ben küfretmem ağalar, ben argo kullanırım çünkü argo güzel mefhumdur ve güzel olan çoğu kavram gibi o da yanlış anlaşılmıştır. Küfürle olan farkını nedense anlamayı reddeder insanlar. Bu durumda modern dünyanın muhterem monşerlerinin katkısı olduğu bir gerçektir zira onlara göre argo; ya avam takımının kullandığı, lümpen tayfasının konuşabileceği lakırtıdır, ya da bulmacalarda sağdan sola, yukardan aşağıya “halk dilinde …” kalıbı ile sorulabilecek saçmalıklar zinciridir. Küfür, kabadır maksat can acıtmaktır, argo estetiktir, cümlenin kenar süsüdür. Bütün bir standart cümleyi sıraladıktan sonra, sokak ortamında bir sanat eseri üretmek için cümlenin sonuna hoş bir argocuk kondurmak yeterli olucaktır.
Argo bazılarının bize dayattıkları resmi konuşma dili gibi tüketici, durağan, gri ve kösele esnekliğinde değildir. Argo, doğurgandır, hareketlidir, renkli, esnek ve zengindir. Her kişinin şahsına zimmetli, er kişinin çevresine zimmetli ayrı bir dili vardır. Milyonlarca insanda, milyonlarca dil saklıdır. Anlatımda o kadar büyük bir zenginlik sunar ki konuşmacıya, marvelayı ele vermeden, falso ve saltolarla tilkilerin kuyruğunu birbirine sürttürmeden, kelimeleri tekrar etmeden, alayına gider yapılabilir. Kelimeler çeşitlidir, hatta çeşitliliğin abartısı o kadar üst seviyededir ki sokaklar arasında bile farklılıklar görülebilir. Mesela; sokaktan ayağını çekmemiş, argodan nasiplenmiş biri kaliteli olmayan bir şeyden bahsedecekse zilyon farklı yol bulabilir: Dandik, dandirik, kadayıf, telmaşa, tırışka, kofti, kıçı kırık, çakma, antin kuntin, üfürükten teyyare, nanay, patates, kavara, kofti, salon sallamanje, sallapati, kıytırık, kundurya... ve daha pek çok nane...
Şu sıcaklar insanı kötü vuruyor. Hele de günlerden çarşamba olmuş ve saat sabah 5'e doğru ilerliyorsa. Ne varmış saatte ve günde yat zıbar be adam diyebilirsiniz içtenlikle. Lakin şaraba olan özlem gibi dudaklarımı karıcalandırmaya başlıyor ''kadının şairi''. Kadın ve şiir diyince şüpesiz akla gelicek ilk isimdir Cemal Süreya. O kadar sevmiştir, o kadar yazmıştır ki kadınların üstüne şiirler bir daha dünyaya kadın olarak gelirsem, eşcinsel olurum bile demiştir. Niyetim büyük ustayı bir kaç satırla anlatmak değil, zira anlatmak zaten mümkün değil. Onu ancak yine kendi şiirleri anlatıcaktır bize.
eşdeğeriyle yan
eşdeğeriyle yanyana yürürken
cehennem sokağında birey olmak,
ve en inceldikten sonra
ilkel sözcüklerle konuşmak seninle.
saat beş nalburları pencerelerden
madeni paralar gösteriyorlar,
yalnızlığı soruyorlar, yalnızlık,
bir ovanın düz oluşu gibi bir şey.
hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
Biliyorum Sana Giden
Biliyorum sana giden yollar kapalı
Üstelik sen de hiç bir zaman sevmedin beni
Ne kadar yakından ve arada uçurum;
İnsanlar, evler, aramızda duvarlar gibi
Uyandım uyandım, hep seni düşündüm
Yalnız seni, yalnız senin gözlerini
Sen Bayan Nihayet, sen ölümüm kalımım
Ben artık adam olmam bu derde düşeli
Şimdilerde bir köpek gibi koşuyorum ordan oraya
Yoksa gururlu bir kişiyim aslında, inan ki
Anımsamıyorum yarı dolu bir bardaktan su içtiğimi
Ve içim götürmez kenarından kesilmiş ekmeği
Kaç kez sana uzaktan baktım 5.45 vapurunda;
Hangi şarkıyı duysam, bizimçin söylenmiş sanki
Tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor
Nasıl unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini
Çocukça ve seni üzen girişimlerim oldu;
Bağışla bir daha tekrarlanmaz hiçbiri
Rastlaşmamak için elimden geleni yaparım
Bu böyle pek de kolay değil gerçi...
Alışırım seni yalnız düşlerde okşamaya;
Bunun verdiği mutluluk da az değil ki
Çıkar giderim bu kentten daha olmazsa,
Sensizliğin bir adı olur, bir anlamı olur belki
İnan belli etmem, seni hiç rahatsız etmem,
Son isteğimi de söyleyebilirim şimdi:
Bir geceyarısı yazıyorum bu mektubu
Yalvarırım onu okuma çarşamba günleri