30 Mayıs 2011 Pazartesi

Umut Perileri


Joe Hisaishi-Summer


   Bir vardı, bir yoktu… Zamanın içinde; farklı yerlerde ve farklı zamanlarda yaşayan üç küçük kız vardı. Birinin iki çocuğu, birinin çok sevdiği bir ailesi; anne ve babası vardı. Biri de hem öksüz, hem yetim, hem de kimsesizdi. Ortak noktaları, üçünün de umutları ve  birbirlerinin yaşamlarından haberleri olmayışıydı.

   Üç küçük kız dedim; onlar kaç yaşında olurlarsa olsunlar hala küçük bir kız çocuğunun yüreğine sahip olacaklardı çünkü; tek değişkenleri görünümleri, bilgi ve tecrübe birikimleri olacaktı.

   Ortak noktalarından bahsetmişken: Üçü de umut dolu demiştik; umut dolu insanların çok güzel hayalleri vardır; umutların her biri bir sürü hayal doğurur. İşte bu üç küçük kız çocuğu hayallerini, umutlarını; şiirlere ve yazılara döküp etrafındaki insanlarla paylaşıyordu. Güneşe tek gözlerini kırparak bakıp, gözlerinin önüne gelen renkli ışınları hissediyor ve yazıyorlardı.  Kafeslerin içine hapsolmuş ruhları özgür bırakıyor, sonra da nasıl özgürleştirdiklerini kelimelere, satır aralarına veya dizelere döküyorlardı.

   Umutlu insanların kelimeleri samimi ve doğal olur; makyaj yapmadan da güzel dökülürler kalemlerin ucundan. Hatta hiç makyajsız olmalarına rağmen, okuyucu onları ‘süslü kelimeler’ olarak da tarif edebilir. Çünkü umutlu yazarlar ve şairler; umutlarını ve hayallerini gördükleri güzel çiçeklere, şekilli bulutlara benzetirler ve bunlar da zaten doğanın güzellikleridir; Tanrı’nın yarattığı ‘doğal’ olan, yaratılmışın ilk haliyle kalan ve değiştirilmesi de mümkün olmayan güzelliklerdir.

26 Mayıs 2011 Perşembe

Üç Mecburiyet

3 vücut görleşkesi*

siz bilmeyeceksiniz bu zamanları, ama biz bu zamanlarda 3 kişiyiz şu dünyada. hatta, durumla dalga geçmek için 2000’lerin kötü esprilerine bile teğet geçiyorum arada bir; “biz 3 kişiyiz: ben, keyfim ve kahyası… kahyaaa! git keyfimi getir bana” diye. -retroyu hep sevmişimdir zaten-

bazen Keyfim’in, bu esprilerime kızıp beni öldüreceğinden korkmuyor değilim, hem o çift sayıları da sever, mantıklı bir cinayet sebebi. Ayrıca maşallahı var Keyfim’in zebellah gibi adam. taşı daha sıkmadan, sadece elinde tutsa bile, su korkar dışarı çıkar o derece. demem o ki; beni öldürmeye kalksa direnemem de, keyfimden ölürüm.

Kahya, mayasında ağalık olanlardandır. oturuşu, kalkışı, konuşması, düşünmesi, sevişi, sövüşü hep ağacadır. bunu hiç yüzüne söylemiyoruz orası ayrı. sonra hafazanallah; isim-kişilik çatışmasından doğan endirekt dilemma vuruşunyla kafayı yer falan neme lazım…
dersimiz ışığın parçacıklı yapısı
güneşin altında oturduk üç arkadaş denizi seyrettik
 -Enis Akın**
bir birimize bu kadardüşkün olmamızda, şüphesiz ki tek sebep; çok iyi arkadaş olmamız değildi, belki seçeneklerimiz olsa arkadaş bile olmazdık ama kader utansın, dostlar sağ olmadı, hatta hiç olmadılar. biz kendimizi bildik bileli beraberiz. önceleri çekirdek aile bireylerimiz de vardı, analar, babalar… toplam 9 kişiydik. sonra onlar da öldüler, kaldık 3 başımıza. belki dünya denilen bu tepsinin -siz muhtemelen yuvarlak zannediyorsunuzdur şimdi- başka uçlarında, başkaları da vardır. ama bizim hiç haberimiz olmadı bundan. galiba biraz tembel, çokca korkak, hepce sosyalfobiğiz.

geçen yine 3 kişiyiz, oturup yola bakıyoruz; bir kaç sürüngen, üç beş memeli, beş on böcek ve binlerce güneş ışığı haricinde önümüzden olmadı geçen.

-----------------------------------------
(*)resim: 3 vücut görleşkesi. M.T. prodakşın.
 (**)şiir: Enis Akın’ın “dağdaki emirler” adlı kitabından

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Kafka, Taşrada Düğün Hazırlıkları

Taşra’da Düğün Hazırlıkları[1], Kafka’nın en eski yazılarının bulunduğu bu eser üç manüskri[2] ve fragmanlardan[3] oluşmaktadır. Max Brod tarafından 1907-1908(?) tarihine kadar uzanan bir geçmişleri olduğu belirtilen bu manüskriler, 1923(?) tarihine kadar uzanmaktadır. Bu el yazmaları, Brod tarafından tek bir eserde birleştirilip düzenlenerek edebiyat dünyasına kazandırılmıştır.
Eserin içinde şu bölümler yer almaktadır: Taşrada Düğün Hazırlıkları; Günah, Istırap, Umut ve Doğru Yol Üstüne Özdeyişler; Sekiz Oktav Defteri; Defterlere ve Tek Kağıtlara Yazılmış Fragmanlar; Ek; Yiddiş Dili Üzerine Bir Konuşma; Richard ve Samuel İçin Taslak; Bir Daireye Verilen Dilekçe; Ölmeden Ölme; Notlar.
Bu eserdeki öykülerin bir kısmı yayımlanmış olsa da bir kısmı ilk defa bu eserle ortaya çıkmış, ayrıca fragman ve özdeyişler de öykülerden bağımsız olarak defterlerde yer almıştır.

22 Mayıs 2011 Pazar

sağlam temeller ve safinazlar

Bilmem hatırlar mısınız – hatırlamanıza yardımcı olmak adına görselini aradım lakin başarılı olamadım- Temel Reis bir bölümde Safinaz’a evlenme teklif eder ve o an; denizin ortasında oldukları için yüzük namına parmağına takabileceği şey, geminin güvertesinden söktüğü, parmağını genişliğindeki halkadır(somun). Safinaz çok mutlu olur, yanakları al al olur.
 

Hani şimdi nerede bu çizgi filmleri izleyerek büyüyenler? Maddeye takılmadan yaşayanlar? Sevdiği adam tarafından evlenme teklifi almış hatunlar yüzüğün markasına, elmasın karatına kafa takar olmuş. Hediye aldığınız çikolatanın markasını beğenmeyip burun kıvıran veletler ile dolmuş bahçeler.

Ben bunu yemem kiiiiiiiii
Bende bundan var kiiiii
Nereden, ne kadara aldın bunu?

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Cennetin Çocukları / Mecid Mecidi (Children of Heaven/Bacheha-Ye Aseman)


Bir çift ayakkabı başka bir ayağa gider ve ayakkabısız kalan ayaklar bez bir ayakkabıyla okul yolunu arşınlar. Sırdır kimselere söylenemeyen, sır aslında iki çocuğun küçücük dünyalarındaki kocaman sorumluluklarının gizlenmesidir. Ayakkabıya koşar ayaklar, umutla, hırsla, endişeyle; ayakkabısız kalır ayaklar yara bere içinde kırmızı renkli balıklarının içinde yüzdüğü bir havuzun serinliğinde… Oysa umut hep vardır. Belki istediğimiz an, hemen, birdenbire değil, ama hep vardır…

Cennetin Çocukları İranlı yönetmen Mecid Mecidi’nin 1997 yılı yapımı, Montréal Film Festivali’nde FIPRESCI ödülü dahil 4 ödül kazananan, çeşitli yarışma ve festivallerde toplam 10 ödül kazanmış bir film.
Mutsuz ama umut taşıyan ayakların filmidir Cennetin Çocukları, yaşadığı zorlukları isyan etmeden kabullenen ve onu aşmak için koşan ayakların filmidir. Mecidi’nin yine ‘tam da hayatın kendisini anlatmış’ dediğiniz; dramatize etmeden ve duygu sömürüsü yapmadan hayatın bir ân’ına/yönüne şahitlik eden bakışın yansıtıldığı filmlerinden biri.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Ensemiz Karadır Abiler

Ensemiz karadır abiler. Gözümüz hep yere bakar, başımızla beraber. Ve güneş asla gizlemez kendini, tarladaki bir ırgattan. Gösterir ve verir bütün sıcaklığını, kaçak dövüşmez ırgat ensesiyle.

Sahi ağam, senin ensen hiç güneş gördü mü? o kalın ensen? Sahi ağam o ense nasıl kalınlaştı o kadar? kafanı çevirmen saatler alıyor olabilir. Ağalık zor zanaat olsa gerek. Düşünsene; marabalara emir vermek için, kafayı saatlerce çevirmeyi beklemek, çaba göstermek zor iş. Çok terliyorsundur haşmetli ağam. Dur terini sileyim.

Tamam kahya efendi, dur hemen alma odunu eline, gidiyorum. Sırtım alışıktır aslında oduna, yatak bellediği bile olmuştur haşmetli ağam sayesinde ama bugün pek narin oluverdi, çok desteksiz, yalnız kaldı sırtım. Yumuşak karnım, sırtıma yapıştı galiba, ondandır nariniyetim.
Toprağı geniştir ve haritalar
Soytarılarla doludur
Köylüleri göstermez.
-İbrahim Tenekeci
Zahit bizi tan eyledi*. modern zamanlarda 'güneşi gösterdi' veya 'ışığın içinden bir aksakallı dede “geeel geel” dedi' de diyecekler ama ben söylüyorum ki, siz bilin: Zahit bizi tan eyledi. Bugün dünyanın tüm ensesi kara köylüleri, dünyanın tüm faşo ağalarına karşı kazma kaldırıyor efendiler. Zahit bizi tan eyledi.

17 Mayıs 2011 Salı

Varmak

   Yana yana ulaştığım bir yerdeyim. Yürümem bitti, yol bitti… Hayatıma anlam veren ulaşma arzusu, sonunda ulaştığım bu yerde sona erdi. Varmak istediğim yere erdim.

   Burası öyle bir yer ki, özgürlük filmlerinde gördüklerimizden bile farklı. Uçurumlar var; derin uçurumlar, kanyonlar, yüksek dağ kayalıkları… arada boşluk; kocaman bir boşluk var. Her yer yemyeşil, kayalıklar dışında, gördüğüm boşluk ağaç ve otlarla kaplı. Yeşilin üzerine vuran güneş, onu daha da bakılası kılıyor. Güzele bakmak sevaptır diyorum ve kafamı kaldırıp bakıyorum, her zaman hayran olduğum gök; mükemmel. Hiç böyle görmemiştim onu, sanki kraliyet balosuna bir prenses olarak katılacak gibi; hazırlanmış, süslenmiş, püslenmiş, incileri olan, en beyaz bulutlarını takınmış. Küpeleri, yıldızlar; ama göğün kulakları o kadar büyük ki, milyonlarca yıldız var. En görkemli aksesuarı güneş; ay ışığını ondan alıp, konuveriyor gökyüzünün başına, altından bir taç olarak…

   Gözlerimin gittiği yere kadar devam ediyor karşımdaki umman; uçsuz, bucaksız ve ufuk çizgisinden azade. Fakat Burası dümdüz, dünyada değilim ben! Masmavi, mavmavi, mamavi… Ben hayatımda hiç mavi renk görmemişim, bunu şimdi anlıyorum. Gördüklerim mavi değilmiş.

   Arkamı dönüyorum, durduğum yerde. Arkamda en az on beş şair duruyor; bu dünyadan göç etmiş olanlar, benim sevdiklerim. Bu dünya mı dedim? Neredeyim ben alla’sen?

 

10 Mayıs 2011 Salı

Adab-ı Haşerat 1 Yaşında

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Şehr-i Muğlak

Yürüyorum. yürümekte bir marifet yok ki. ayağı olan yürüyor. Dahası olmayanlar bile yürüyor. Dahası omurgasızlar bile yürüyor. Yürümek bir gitmek biçimi. Yürüyoruz işte.
-ah şu sonlardaki iyelik ekleri. yürüyorumdan, yürüyoruza bir mutluluk uzaklık.
Yürüyorum. Yerde ıslanıp çamurlanmış bir gazetenin arka sayfa güzelini görüyorum, çamur çok yakışmış. Bir şişeye değiyor ayağım. Vuruyorum tekmeyi. Sonra ufak bir taş, sonu aynı. Ama ufak bir taş, yani büyük değil, büyük olsa korkardım, vurmazdım da zaten.
Bakın bu şehri ben kurdum ben büyüttüm ama sevemedim.
            -Turgut Uyar
Büyükçe bir taşa tekme atmakdan bile korkar oldum. Halk otobüsüne orta kapıdan binmekten, caddede kimsenin yürümediği tarafta yürümekten, dönüp ters bakarlar diye yolda insanlara çarpmaktan, laf atarlar diye kardeşimi dışarı salmaktan, laf atarım diye şuh kadınlardan korkar oldum.
Oldurdular aslında, ey şehr-i muğlak! İstanbul, Mekke, Kudüs, Roma, Paris, Atlantis, Babil, İskenderiye veya herhangi bir Dünya şehri, hiç biri senin kadar batmadı dibe. Hiç mi ders almadın onlardan? Gamsız baykuşları, uğursuz trolleri, yaralı sırtlanları, kambur hobitleri, vebalı zarganaları, fahişe domuzları kabul ettin içine.
Dışarıdayım mecburen veya kalmadı hiç bir yerde her hangi bir içeri.
-Ey şehr-i muğlak! Etrafım sarılı ve korkuyorum gazabından.

8 Mayıs 2011 Pazar

GRİ BALON




Sanki kayboldum, kaybolmuşum gibi hissediyorum. Boşluğun tam ortasındayım. Kendimi arıyorum, yoo, bu öylesine söylenmiş klişe bir laf değil, kayboldum, sanki kayboldum. Bakıyorum, her şeye, her şeye. İçeriden gözetliyor biri, dışarıya bakan biri. Ben, ya ben neredeyim?
Hayat akıp gidiyor hayatımdan ve ben sadece izliyorum. Biri itiverse sanki düşüvereceğim boşluğun ortasından boşluğun dibine. İtiverse biri… Sadece bir itiş yetecek. Ne acı… Trajik sosun ketçap kırmızı lekesinin gözlerimde bıraktığı lekeler… Ketçap kırmızısı, sahte domates tadı, acılı sos, yanıyor midem, burkuluyor… bu sosu yememek mümkün olsaydı.

6 Mayıs 2011 Cuma

Özgürlük


Özgürlüğümü çaldı... Kadın... Bir kadına aldandım ben; bir kadın düşürdü beni hapse. Son bir buçuk yılımı yedi, özgürlüğümü aldı elimden; ruhumu parmaklıkların arasına sıkıştırdı, kalbimi bu beyaz floresan ışıklı, karanlık duvarların arasına hapsetti.
Hapse düştükten sonra hayatımın seyri tamamıyla değişti. Evet, tutukluydum, ama mâhkûm değil. Suçlu bulunmadım, fakat adalet her zaman hızlı işlemiyor işte. Mahkemeler ve bu cehennem tam bir buçuk yıl sürdü. 
Şikayetçi olduğum bu karanlık ortam, parmaklıklar falan değildi. Aksine; ben burada özgürlüğü, aydınlığı buldum. Hayatımın en aydınlık bir buçuk yılını geçirdim. 
Ben, ömrü hayatında bir kitap bile okumamış adam, mapusa girince, zaman bir türlü akmayınca, Ömer abimin de desteğiyle kitap okumaya başladım. ‘Kitaplarla oyalanayım bari’ diye düşündüm. Kendimce küçümsüyordum kitapları.
Ben cahil bir adamım, çok cahil. 
Kitaplar hayatıma girince dünyayı keşfettim ben; gezmediğim yer, tanımadığım insan türü kalmadı. Gökyüzünde salındım; martı misali. Martılar fazla yükseklere uçamaz derler ya, ben de uçmadım. Ama ruhumu özgür kıldım; o uçtu en yükseklere kadar. Yeni bir sahne koydum oyunuma; ve o sahne başlasın diye ‘Perde’ dedim.

5 Mayıs 2011 Perşembe

Acizliklerim Üzerine

    Aciziyetim, koltuğun köşesine vurduğum ayak serçe parmağımın acizliğidir, ağrıdan kamanıp da ses çıkaramayan.

    Aciziyetim, herkesin muhakkak haklı sebeplerle acelesi olduğu İstanbul metrosu yürüyen merdivenlerinde, sol tarafdan koşarken, önü bir teyze tarafından kesilen genç adamın acizliğidir, yerinde dövünür, dolar.
    Aciziyetim, nesli tükenmeye yüz tutmuş bir tembel pandanın acizliğidir, tek isteği uyumak iken, hayvanat bahçesinde çocuklar tarafından yanak esnekliği test edilen.
    Aciziyetim, bir finonun acizliğidir, kokana sahibi tarafından, tüyleri hayvan berberlerine artistik idam ettirilen.
    Aciziyetim, kız kulesinin acizliğidir, kusursuz manzara potansiyeli, tüylü gökdelenlerce katledilen.
    Aciziyetim, bir bakkalın acizliğidir, rızkını, ensesiz bakkal çocuğu kasiyerlerin para alıp verdiği, ensesi kalın marketlere kaptırmış.
    Aciziyetim, ikiz kulelerin acizliğidir, başkası tarafından mesaj içerikli kurban edilen, birilerini kahraman, ötekilerini  birbirine düşman  eden, teşebbüssüz ve istemeden.
    Aciziyetim, her türküde boyunu eğilen bir adamın acizliğidir, ensesi hep kara.
    Aciziyetim, günü geçmesine rağmen kütüphaneye teslim edemediğim Zarifoğlu kitabının vebali altında ezilen utancımın acizliğidir, kütüphaneciden değil de, Zarifoğlu’dan gözlerini kaçıran.
    Aciziyetim, elini hala ailesine açıp, onlardan harçlık bekleyen çeyrek asırlık bir adamın acizliğidir, durur kırlent gibi köşede.
    Aciziyetim, herkesin geveze bildiği bildiği bir ketumun acizliğidir, her şeyi söyleyebilen ama sadece “seni seviyorum” diyemeyen.
    Aciziyetim, bekle dese, beklenilmeyecek olan bir adamın acizliğidir, giderken gözü arkada bile kalamayan.
    Aciziyetim, yiğidi gülün ağlattığı, gamın öldürdüğü diyarlarda “senden adam olmaz” denilen bir adamın acizliğidir, gamına dolan göz yaşlarında, boğulmayı bile beceremeyen.
    Aciziyetlerim, benden öte, benden ziyadedir.
 -----------------------------
(*) fotoğraf: İstanbul, 1964

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Gökyüzünde Olaylı Kavuşma

Yürümeyi bir halt zannederdım. Değilmiş. yürüyerek kavuştuğum hiç bir şeyden hayır göremedim ki ben. Neyse ki Kastör çıktı karşıma. Bana uçmayı öğretecek ve seninle kavuşmamız olaylı olacak gök yüzlüm. Bütün haber kanalları, godaman işi ekonomi kanalları ve tüm Düyadaki Düğün TV’ler ile Dest-i İzdivaç programları kavuşmamızı canlı yayınlayacak.
Biz uçacağız ve kavuşmamız olaylı olacak.
      ***
Yürümek bir halt değilmiş değil mi Monna Rosa? Biz seninle uçmayı tattık. İlk başlarda biraz kekremsi bir tadı vardı ama alıştık değil mi? Uçmak güzel şey. yer yüzünde hiç söyleyememiştim sana ama orada ayrı güzelsin, gök yüzünde ayrı. Güneşe yaklaştıkca artıyor güzelliğin.
Yer yüzünde sana kavuşmayı bile hayal edemeyen ellerim, şu an ince belinde. bu mesudiyet bana fazla galiba. Göç eden kuşları görüyor musun Monna? Tam yanımızdan geçiyorlar. Bak bize selam veriyorlar. Sen de göç etmezsin değil mi Monna? Uçmak seni de değiştirmez değil mi?
Yerde kavuşmayanlar gökte kavuşurlar
Ve bir uğurlu anda
Kavuşmak isteyenleri kavuştururlar
  -Sezai Karakoç*
Kastör’e şükran ve özür borçluyum galiba. Uçmamızı sağladığı için şükran, eski kötü sanrılarım için ise özür borçluyum. Ben ki onu şemalsiz sakalları yüzünden hep kötü yaftalamıştım zihnimde. “tanısan seversin” derdin de inanmazdım sana. Ah bu ben. Ama merak etme Monna, yüzüne karşı, hakkındaki eski fikirlerimi ve yeni fikirlerimi söyledim ona.
-“sen fikirlerini söyleyince, Kastör ne dedi?
Silini sin-kaf’a buladı huysuz ihtiyar, iki yüzlü olduğumu söyledi. Çayını 2 kere tazeledim ancak sakinleşti. Allah’tan yumuşak karnını biliyorum. çay bazen her kapıyı açıyor.