23 Eylül 2011 Cuma

Dönme Dolapların ve Atlı Karıncaların Öğrencileri

                                                  Renkli bir dönme dolap ve gökyüzü

  Dönme dolaplar; renkler; en kaçak, en masum ve en yasaklı yıllar; salıncaklar...Tahterevallilerde öğrendik biz arşimet kanunlarını ilk olarak. Atlı karıncalar baş öğretmenimiz oldu, başlı başına hayatı öğrettiler bize. Başımızın döndüğü yerde atlı karınca düzeneği pat diye durdu. Bazen başımız zamansız döndü; bu kez düzenek durmadı ve şiddetli bir bulantıyı ve en sevdiğimiz tarafından hayal kırıklığına uğramanın acısını yaşadık ilk kez. Dondurmalarla anladık hayata bazen mola vermenin gerekliliğini. Yine dondurmalar öğretti bize; bazı ambalajlar ne kadar büyük ve cafcaflı görünseler de içindekinin de bir o kadar boş olduğunu. Bazen de küçük ambalajların içinden kocaman bir çikolata cenneti çıktı karşımıza.
   Salıncakla kavradık yerçekimi kanununu ve çekim kuvvetini, tam anlamasak da. Ne kadar yükseğe çıkarsak çıkalım, salıncakla birlikte tekrar yere dönüşümüzü gördük; salıncağa ilk bindiğimiz zamanki yerimize geri döndük her sallanışımızda.
   Çocuktuk gülümsemenin ne kadar güçlü olduğunu öğrendiğimizde. Biz gülümsediğimiz zaman, koca dünya bir an için durup başını bize çevirdi hep. Biz de onu oyuna getirmeyi öğrendik bunu anladığımız zaman. Biz ne zaman gülümsersek, dünya bütün işini gücünü bırakıp her seferinde bize dönerdi.
   Biz büyürken, hayata ilk adımlarımızı atarken, hayatın bizi sınamak ve öğretmek için  üzerimizde oynadığı oyunları hep kaybettik. Unuttuk öğrettiği o güzel şeyleri kullanmayı. Ezberimiz pek kuvvetli değildi anlaşılan. Gözlerimizi yere çevirdik zamanla.Gökyüzüne bakmayı reddettik hep ve sonunda onu da unuttuk. Oysa ki sadece bizim olan ve aslında kimseye ait olmayan ve de herkesin olan tek şey gökyüzüydü. Çocukken başımızı ne zaman ona çevirsek güzel şeyler olurdu bizde ve dünyada. Bundandı renkli balonları bu denli sevmemiz ve onları gökyüzüne ulaştırmaya çabalamamız. Ama tuhaftık işte; hem balonlarımızı bizim asla gidemeyeceğimiz gökyüzüne ulaştırmaya çalışır, hem de onlar elimizden kayıp gittiğinde ağlamaya başlardık. Zamanla renkli balonlardan ve gökyüzüne başımızı çevirmekten utanır olduk; sevmekten ve ağlamaktan utanır olduk; hatta an geldi, mutluluğu içesine yaşamaktan bile utandık.
   Üzülüp ağladığımızda ardından muhakkak iyi bir şeyin geleceğini öğretti bize masum çocuk hüzünlerimiz. Ne zaman çok üzülsek, ağlasak, bütün dünya bir araya gelip bizi neşelendirmeye çalıştı hep; yüzümüzü güldürdü ve bize güzel armağanlar verdi her hüznümüzün ardından.
   Koşulsuz sevginin ne demek olduğunu daha el kadar bir bebekken öğrendik biz; bizi en çok sevenlerden ve kendimizden. Öğrendik öğrenmesine, ama  sonra unutup sildik bunu aklımızdan, kalbimizden. Büyürken sildiğimiz tüm güzel şeyler gibi. Hayat zamanla bize koşulsuz sevginin acıttığını öğretti (!) ve biz de vazgeçtik koşulsuz sevgiden; hatta sevmekten!
   Koşarken aslında yavaş ve mutlu olduğumuz tek yer çocukluğumuzdu. O zamanlar anı yakalamak için koşardık, şimdilerde ise andan kaçmak için koşar olduk. Çocukken, yağmuru, güneşi, kar tanelerini, su birikintilerini, hatta çamurları bile severdik. Hayat bizi hep sınadı ve sınavlardan biz hep korktuk, ölesiye kaçtık; bunun sonunda tüm bunlardan da nefret etmeye başladık. İlk nefretimizi, büyüdüğümüzü ilk hissettiğimiz zaman hissettik.
   Artık hepimiz kör, sağır ve sakatız. Mutluluğumuzu yaşayamayacak kadar lâliz. Hepimiz tamamen felciz; yüzümüzdeki mimikleri kullanamıyoruz, başımızı dünyaya çeviremiyoruz ve gökyüzüne yükselemiyoruz salıncaklar yardımıyla. Ayaklarımız mutluluğa gitmiyor; bacaklarımız tutmuyor sevdiklerimize koşulsuzca koşabilmek için. Sevgi serzenişlerini duymuyoruz. Doğayı ve insanların kalplerini, ruhlarını, anlarını göremiyoruz. O kadar kör ve sağırız ki, aynaya baktığımızda kendimizi göremiyor, içimizden gelen sesleri asla duyamıyoruz. Ellerimiz hareket etmiyor; eskiden dokunurduk insanların yaralarına; sevgiye ihtiyacı olanlara elimizi uzatır, tüm güzelliklerimizi paylaşırdık. Şimdi ellerimiz sakat, uzanmıyor dokunuşa ihtiyacı olanlara.
   Kime sorarsak soralım, muhakkak hayattan büyük bir kazık yemiştir tabiri caizse. Bizler hayatın bize çocukken öğrettiği şeyleri bir kenara bırakıp ona güzel şeyler vermeden karşılık bekleyen bir türün üyeleriyiz. Onun öğrettiklerini unutmakla kalmayıp yüzüne tükürdük hep ömrümüz boyunca.
   En ağır halimizde bir kez gökyüzüne bakma kararı alıp başımızı yukarıya doğru çevirdiğimizde grilikleri gördük diye her şeyi bir anda yerin dibine batıracak ve artık gökyüzü hiç yokmuşcasına asfalta bakacak kadar çaresiz ve zavallıyız biz insanlar. Gökyüzünden medet umar, herşeyi hemen onun iyileştirmesini bekleriz ve grilikleri bir kez gördük diye hayatı, dünyayı ve gökyüzünü bir kağıt parçasına sığdırarak buruşturup çöpe atarız.

2 yorum:

Adsız dedi ki...

böyle bir çocukluk yaşandı mı acaba gerçekten, kaç kişi bu kadar düşünerek bi çocukluk geçirdi acaba ya da büyüdükten sonra mı fark ediyoruz biz bütün bunları,hayallere hayaller katıp mı servis yapıyoruz insanlara.bunu eleştirmiyorum asla. ben fazla düşünmeden konuşurum.önemseme:)

Unknown dedi ki...

Çocukken düşündüklerim tabii ki değil :) Aklım başıma hücum ettikten sonra düşünebildim bunları. Ama yine de her yaşımın, her aklımın farkında olarak yaşamaya çalıştım hep. Hayır, belli ki çok düşünmüşsünüz üzerinde ve öyle bu güzel yanıtı vermişsiniz. Hayallere hayaller katmak kadar güzeli var mıdır ki? :) Anlatmak istediğim şey, hayatın bize çocukken öğrettiklerini keşke hiç unutmasak da hep bir çocuk gibi bakabilsek şu güzel hayata. Teşekkür ederim yorumunuz için :)

Yorum Gönder