28 Ekim 2010 Perşembe

Sylvia Plath (27 Ekim 1932 - 11 Şubat 1963)


Narin bir ruh, mütemadiyen intihara meyilli bir bünye ve daha nice psikolojik anomalilerle tanımlayabiliriz onu ama ben bunun yerine şu tanımı tercih ediyorum; ben her zaman, insanlara hüznün yakıştığını fakat  gam ve kederin insanda eğreti durduğunu düşünmüşümdür. İşte dünya üzerinde belki de gam ve kederin yakıştığı tek insan, insan olmaya çalışan bir şair: Sylvia Plath.
Onun acısıyla bertaraf olmak bile zevk verir bazen okuruna, çünkü herkes bilir ki; bahsi geçen her hisler Sylvia’nın iliklerine kadar işlemiş safi acılardır.
Aynı zamanda ilk eseri olan ve 8 yaşındayken vefat eden babasının ardından yazdığı şiiriyle ilk belirtilerini gösteren ve onu hayatı boyunca yalnız bırakmayan manik-depresifliği bir yanda, yıllarca evdeki hegomonyası, diktası, ilgisizliği ve çapkınlıklarıyla onu kahretmesi yetmiyormuş gibi, mesleki açıdan da yalpa yaptıran kendisi de bir şair olan kocası Ted Hughes’ın yaptıkları diğer yanda Sylvia’nın muhtaç olduğu ham maddeyi ona sağlıyorlardı.
Sylvia, “zihinden çıkış yolu var mı?” sözüyle de anlattığı gibi, gerçekle kurguyu ayırt edemeyecek kadar zihninde kaybolmuş bir yazardır. Yaşadığı çevreye ayak uyduramadığını düşünüp etrafına yabancılaşması, onu daha da kendi içine yöneltip, onu metastaza da zorlamıştır yani o da bir Gregor Samsa’dır aslında.
Yaklaşık 30 yıllık, kısa hayatında daima ölüm ve karanlık hislerle ilgili üretimler yaptığı için çoğu kişi, bundan zevk aldığını düşünür veya ölümü kutsadığını düşünür ama az kişi fark etmiştir ki aslında durum tam tersidir. Belki; “Gözlerimi kapadığımda tüm Dünya ölüyor, gözlerimi açtığımda yeniden doğuyor” sözündeki düşüncesi yüzünden çok az uyuyordu yani aslında ölümden korkuyordu. Zaten “neden yazıyorsun?” sorusuna verdiği yanıtta bu savı doğrular niteliktedir, “yazıyorum çünkü; içimde susturamadığım bir ses var” korkusunun sesi. Evet bazıları için buna inanmak zor olabilir. Onun ruhsal buhranlarının varlığı, fiziksel ve yazısal olarak ölümün hep kıyılarında dolaşmış olması bu yanlış intibanın mazereti olabilir. Hatta bence çok uçuk da olsa, sylvia’nın ölüm korkusuna bir kanıt da, ölüm gelmesin diye onun erkenden ölüme gitmesidir.  Gerçi onun intihara meyyalinin lanet veya kalıtımsal bir sorun olduğu da sıkça akla gelebilir, malum yıllar sonra oğlu da kollarını açıp, ölüm gelmeden, ölüme koşmuştu. Bu bir miras, ancak müthiş bir şairin, marjinal bir annenin çocuğuna bırakabileceği türden kötü bir miras.
Çeşitli eserlerinden birkaç alıntı:

2 Ekim 2010 Cumartesi

Şiddeti Öven Bir Yazı

Öncelike şunu söylemek zorundayım; biz insanlar içimize üflenmiş ruhla beraber gelen, hissetme, kannat kullanma ve saçmalama gibi insani özelliklerimizi bir kenara bırakırsak, “hepimiz hayvanız!”. Özellikle şuursuzlaştığımız anlarda, yani 'insan mantığımızı' kullanım dışı bıraktığımız anlarda, hayvan reflekslerine ve iç güdülerine sahibiz. Şüphesiz ki; hayvani ve insani özellerimizin rot-balans ayarlarının sağlam olması sürüş zevki açısından şarttır.
            Modern çağın yaşken eğdiği biz insanların, eğilen bükülen, yanında kuru olmadan bile yanan iç güdülerimizden bir tanesi de şiddete olan eğilimimizdir. Bahsi geçen modern çağın yan etkilerinden biri de işte bu noktada ortaya çıkıyor. Bu tırnak içerisinde modern zımbırtısı, yaşayanlarını şiddet parametresiyle “pısanlar” ve “pıstıranlar” olarak 2 katagoriye ayırır.